Türbedeki Sır | Paranormal Hikaye
Paranormal Hikaye | Köydeki evliya türbesinde yaşanan gizemli olaylar ve sazlık deresinde musallat olan lanetli gelinin tüyler ürperten hikayesi. Gerçek bir köy efsanesi ve kişisel bir yüzleşme.
Merhaba, sizlere anlatacaklarım bizim köyümüzde var olan gerçek bir hadisedir. Bölgesini değiştirerek anlatacağım. Köyümüz, Karadeniz’de bir ilçeye bağlıdır. Zamanında burada bir evliya yaşarmış, öldükten sonra bir türbe yapılmış. Biz oraya Dede Türbesi deriz. Neden bu ismi verdiğimizi soracak olursanız, orası biraz ürkütücü ve evliyanın hala türbenin içinde yaşadığı ve onu sadece küçük çocukların görebildiği söylenir.
Yaz aylarında gittiğim köyde her sene çeşitli hikayeler duyardım. Açıkçası çok inanmazdım bu söylenenlere. Köy halkı sırayla türbeye temizliğe giderdi. Türbeye akşam dolu bir ibrik su bırakır, sabah gidip boş aldıklarını söylerlerdi. Bu türbedeki dedenin bu suyla abdest aldığına inanıyorlardı. Duyduğumda “Hadi canım, olur mu öyle şey?” diye tepki verirdim.
Yine bir yaz köyde olduğum bir gün, babaannem gelip, “Oğlum, türbe temizliği sırası bizde. Sen de gel, sen de şu temizlik malzemelerini taşırsın,” diyerek elime bir şeyler tutuşturdu. “Ne olur babaanne?” diyerek dışarı çıktığımda ablam da hazırlanmış bekliyordu. Babaannem elinde bastonuyla arkamızdan yavaş yavaş gelirken, ablamın küçük oğlu Kuzey bizi fark edip arkamızdan ağlamaya başladı. Ablası zapt etmekte güçlük çekerken babaannem seslenip, “Bırak kızım, gelsin,” dedi. Ablam, “Aman babaanne, dediği gibi korkunç çocuk,” dediğinde, “Korkacak ne varmış? Şu mübarek, çocukları korkutmuyor ki, onlara sevimli görünüyor. Bir şeycik olmaz,” diyerek kuzenimden tuttu. Yürürken bir yandan da içimden söyleniyordum: “İşte görüyormuş da… Tamam, mübarek bir zat olabilir, Allah rahmet eylesin, vefat edip gitmiş. Bu köylüler de hurafeleri pek seviyor. Şimdi gideceğiz, hiçbir şey olmayacak. O zaman onlara ‘Bakın ne oldu? Bırakın böyle hurafeleri!’ diyeceğim. O ibrikteki su deliktir, köylüler bunu bilerek yapıyor. Sadece küçük çocuklara görünürmüş, daha neler ya…”
Ben bu düşüncelere dalmış yürürken türbeye yaklaşmıştık. Yol üzerindeki çeşmeden kovaları doldurup türbenin içine girdik. Türbe küçük bir tepenin üzerine inşa edilmişti. Burası köyün sonu olduğu için arka taraf ormanlıktı ve yakından bir dere geçiyordu. O derenin hikâyesine birazdan geleceğim.
Türbenin içi üç odadan oluşuyordu. En büyük odada yeşil örtülerle süslenmiş kabir vardı. Çok küçük odalardan biri kitaplık olarak değerlendirilmişti. Diğer oda ise ziyarete gelenlerin namaz kılabileceği küçük bir mescit gibi kullanılıyordu. İçeride sadece seccade, rahle ve Kur’an-ı Kerim vardı. Ablam camları silerken ben de kabir etrafındaki korkulukların tozunu alıyordum. Yeğenim Kuzey içeride bir o yana bir bu yana bağırarak koştururken bir ara sesi kesildi. Ablam, “Kuzey’e bir bak bakalım ne yapıyor?” diye seslendi. Elimdeki bezi kovaya atıp mescit olarak kullanılan odaya yöneldim. Gittiğimde yeğenim arkası dönük şekilde kendi kendine konuşuyordu. “Kuzey, ne yapıyorsun burada?” dediğimde bana dönüp, “Dayı, bak dede var burada. Namaz kıldı, şimdi benimle konuşuyor, bana gülümsüyor,” dedi.
Bu hikayeyi bildiğim için içim ürperdi ama asıl şoku yerdeki seccadeyi gördüğümde yaşadım. Çünkü o seccadeyi yerleri süpüreceğim için katlayıp rafa koymuştum. Raf, yeğenimin ulaşamayacağı kadar yüksekti. Kendimi nasıl dışarı attığımı bilmiyorum. Bağırmış olacağım ki babaannem ve ablam da panikle başıma gelmişlerdi. “Bu nasıl olabilir? Söylenenler doğruymuş!” diye ben kendime bu soruları sorarken babaannemin, “Oğlum, yavrum, iyi misin? Hay Allah, ne oldu şimdi bu çocuğa?” diyerek panikle yüzüme baktığını gördüm. Ben kendimi toparladıktan sonra olayı anlattım. “Korkmana gerek yok oğlum, mübarek kimseye zararı yok. Bugüne kadar tek kişiye bir şey olmadı. Aksine böyle bir olaya şahit olduğun için dinine daha sıkı sarılmalısın. Allah Celle Celalühü istedikten sonra olmayacak hiçbir şey yok,” diyerek öğütler verdi babaannem.
Eve döndüğümüzde biraz dinlenmek için yatağıma geçtim. Gözüme uyku girmiyordu, sürekli bu hadiseyi düşünüyordum. İçimde şüphe kalmaması için bir şey daha yapmam gerekiyordu: Akşam o su dolu ibriği ben koyacaktım ve sabaha kadar nöbet tutacaktım. Bunun için amcaoğlum Hasan’dan yardım istemeyi düşündüm. Hasan köyde yaşayan, benimle aynı yaşta ama köy çocuğu olduğu için benden daha kalıplı ve cesur bir gençti. Hemen kalkıp birkaç avlu aşağıdaki amcamların evine gidip Hasan’ı dışarıya çağırdım.
Hasan’a başımdan geçen mevzuları anlattıktan sonra, “Bu akşam su dolu ibriği ben koyacağım, sabaha kadar uzaktan izleyeceğim. Emin olmam lazım amcaoğlu. Ya ibrik deliktir ya da biri gelip her gece suyu döküyorsa?” dedim. Hasan gülümseyerek, “Kerim için oğlum, gece vakti ıssız yerde ne işimiz var? Hem kendin de şahit olmuşsun işte, dede gerçekten var ve bunu bütün köylü biliyor,” dedi. “Ben köylünün dediğine inanmıyorum, şahit olmam lazım. Belki de türbede seccadeyi kaldırdım sanmıştım ama kaldırmamıştım? Belki de bu dede mevzusu çocukların yanında konuşulduğu için bilinçaltında kalıyordur, olamaz mı?” dedim. Hasan bir süre düşündükten sonra, “Amcaoğlu, orası Sazlık Deresi’ne yakın, gece cinleri görürsün,” dedi. “Evet, şimdi geldim Ecrin’in ve gelinin hikayesine. Anlat bakalım neymiş bu mesele,” dedim. Hasan anlatmaya başladı… (Hacer’in hikayesi diğer belgededir.)
… Hasan’ın anlattıkları ürkmeme sebep olsa da kararlıydım. İçimde inanılmaz bir merak duygusu vardı. Hasan’a Sazlık Deresi’ne gitmeyeceğimizi, türbe yakınlarında bekleyeceğimizin sözünü vererek ikna ettim. İlk yapmam gereken iş, ibriği değiştirmekti. Eve gidip sağlam olduğundan emin olduğum bir ibrik aldım ve her akşam suyu dolduran cami imamına bu gece suyu benim dolduracağımı söyledim. Amcaoğlu da evden her ihtimale karşılık çifteli tüfeği almıştı. İbriği türbeye yakın olan çeşmeden doldurup amcaoğlu ile beraber türbeye bıraktık. Biraz ilerideki ağaçlık alana geçip beklemeye başladık.
Güneş yavaş yavaş batarken çöğürceklerin (ağustos böcekleri) sesleri susmuştu. Bizim oralarda gece soğuk olur. Aradan birkaç saat geçmiş, aldığımız hırkalar da soğuktan korunmaya yetmemişti. Ortalık öyle tenha, öyle sessizdi ki, tek başıma gelsem hayatta bekleyemeyeceğimi düşünüyordum. Burası köy evlerine uzak olduğu için etrafı aydınlatabilecek tek bir ışık dahi yoktu. Öyle ki ay ışığının cılız ışığı olmasa neredeyse 50 metre ötedeki ibriği dahi göremeyecektik.
Ben gözümü kırpmadan ibriğe bakarken amcaoğlu konuştu: “Böyle giderse soğuktan donacağız. Ben biraz çalı çırpı toplayayım da ateş yakarız. Buralarda yaban hayvanı da olur, ateşi görüp gelmezler en azından,” dedi. “İyi olur amcaoğlu, gerçekten bu kadar soğuk olacağını beklemiyordum. Ormandan soğuk soğuk esiyor. Kötü oldu sana da macera çıktı işte,” diyerek güldüm. Amcaoğlu söylene söylene etraftaki çalıları toplarken gözüm ibrikten ayrılmıyordu. Kendi kendime, “İbrik delik olmasa bile belki biri gelip döküyor,” diye düşünüyordum. Yapacağımız ateş, eğer biri varsa onu buradan uzaklaştıracaktı. Belki de sabaha doğru gidip baktığımızda ibrik dolu olacaktı ve ben, “Bütün bunlar hurafe, inanmayın!” diyecektim, şahidim de amcaoğlum olacaktı.
Bu düşüncelerimden sıyrılmama sebep olan şey, türbenin hemen arkasında bir hareketlilik olduğunu fark etmem olmuştu. Orada yürüyen biri vardı! “Dur, kaçma!” diyerek koşmaya başladım. Arkamda kalan Hasan’ın “Dur, sakın gitme!” diye bağırmasına aldırış etmeden koşuyordum. Benden kaçan her kimse, karanlık olduğu için tam olarak seçemiyordum. O an yanıma el feneri almayı unuttuğum için büyük pişmanlık yaşıyordum. Biraz sonra ormana girip kaybolmuştu. İçim korkuyla dolu olduğu halde nedenini bilmeden arkasından girdim ormana. Zifiri karanlıkta benim ormanda ne işim vardı? Arkamdan bağıran kuzenimin boğuk sesleri eşliğinde yürürken Sazlık Deresi kısmına ulaşmıştım.
Evet, bu da ne? Dere kenarında daha önce hiç görmediğim güzellikte bir kız duruyordu. Üzerinde bembeyaz bir gelinlik vardı. Sol elini bana uzatıp gülümsüyordu. Aman Allah’ım, o güzellik gerçek miydi? Ay ışığı sanki sadece onu aydınlatıyordu. Öyle parlak, öyle güzeldi ki… Beni çağırıyordu. Sesi sanki bir müzik aleti gibiydi. Kendime engel olamıyordum, sanki yanına gitmezsem hayatım boyunca pişmanlık yaşayacağım, bu his beni öldürecekti. Ayaklarıma mani olamıyordum. Buz gibi dere suyu ayaklarımı ıslatırken ben ona yürümeye devam ediyordum. İşte karşımdaydı. Gülüşü büyüleyiciydi, inci gibi parıldayan dişlerinden gözlerimi alamıyordum. Elini tuttum, sanki bir pamuğa dokunuyordum. Sonra bir filme geldi, tansiyonum düşmüş gibi gözlerim karardı. Önüme eğdim başımı. Yavaşça kaldırırken o eli gördüm. Aman Ya Rabbi! Bu el sanki çürümüş bir insana aitti! Sıçrayarak kendimi geri attığımda yüzünü gördüm. O gözleri yuvasında değildi! Ağzı bir insanın açamayacağı kadar açılmış, gri teniyle bir ucubeydi! Üzerindeki gelinlik kurumuş kan ve çamur kaplıydı!
Çığlık atarak kaçmaya başladım. Her şeyi hatırlıyordum; kuzenimin anlattığı her şeyi, gelini cinlerin kaçırmasını, ahırda öyle bulunmasını… Ormana girdiğimde sanki büyülenmiş gibiydim. Ormanda koşarken sağımda ve solumda davul zurna sesleri duyuluyordu. Korkudan artık nefes alamaz duruma gelmiştim. Ondan kaçıyordum, her yerde sanki o vardı. Son bir gayretle ormandan dışarı attım kendimi. Az ilerideki türbeyi görüyordum. Koşarken son bir kez geri baktım; hala oradaydı, öylece dikilmiş bana bakıyordu. Son kalan enerjimle amcaoğluma, Hasan’a seslendim ama yanıt alamadım. Kendimi türbeye attığımda ikinci bir şok yaşadım. Bu olamaz! Ak sakallı bir dede, elinde benim getirdiğim ibrikle abdest alıyordu!
Önce çok büyük bir utanç hissettim, sonra korku kapladı tekrar içimi ve kapıya yöneldim. Dede, “Dur evladım, korkma,” diyerek seslendi. Gözyaşlarıma engel olamadım. Dede, “Dua oku,” diyerek tekrar konuştu. Onun vesilesiyle secdeye varıp gözlerimi yumdum ve bildiğim bütün duaları sırasıyla okumaya başladım. Her dua okuyuşumda içimdeki korku hissi biraz daha azalıyordu. Gözlerimi açtığımda dede hala karşımdaydı. İnanmadığım için özür dilerken konuşmaya başladı: “Evladım, onu her gördüğünde dua okuyacaksın. Dua müminin silahıdır. Buradan çıktıktan sonra Bursa’ya gideceksin. Orada Muhammed isminde bir hoca var. İsmini verdiğim camiye sorarsan seni ona götürürler. O sana yardımcı olacak Allah’ın izniyle,” dedi ve bir anda gözden kayboldu.
Birkaç saniye olmuştu ki dışarıdan gelen seslerle kendime geldim. Amcaoğlu, köyün imamı başta olmak üzere köylüleri toplamış ve beni aramaya getirmişti. Dışarıya çıktığımda ağlayarak boynuma sarıldı. Ben sadece, “Dede gerçekmiş!” diyebildim.
Birkaç gün sonra dedenin söylediği yere gidip Muhammed Hoca’yı buldum. Ama ona ulaşana kadar birçok yerde o gelini gördüm. Onu her gördüğümde dua okudum ve kayboldu. Muhammed Hoca’ya olanları anlatırken, “Anlatmana gerek yok delikanlı. O muhterem zat rüyama gelip senin geleceğini haber verdi. Konuyu biliyorum. Allah’ın izniyle çözeceğiz,” dedi. Bana bir takım dualar okuyup muska yazdı. Sonra bizimle beraber köyümüze geldi. Köyde dedenin türbesini ziyaret ettikten sonra bizden gelinin görüldüğü dereyi tarif etmemizi istedi. Yanına köylüden kimseyi almadan dere kenarına gitti. Aradan bir saat geçmişti ki geri geldi ve artık bu olayın kapandığını, bir daha böyle bir durumla karşılaşılmayacağını haber verdikten sonra Bursa’ya geri döndü.
Dediği gibi de oldu. O günden sonra ne ben ne de bir başkası bir daha o gelini görmedi. İnsanlar Sazlık Deresi’ne rahatça gidebilir oldular. Hoca dere kenarında ne yaptı, hala bilmiyoruz.