Bursa’nın Cinli Köyünde Yaşadıklarımız | Gerçek Korku Hikayesi
Gerçek Korku Hikayesi: Üniversite öğrencisi Murat ve arkadaşlarının Bursa’daki terk edilmiş, cinli olduğu söylenen bir köyde yaşadıkları korku dolu kamp gecesi ve karşılaştıkları doğaüstü olaylar anlatılmaktadır.
Merhaba, sizi severek dinliyorum. Hikayesini yollayan herkes gibi benim de başımdan geçen bir olay var, bunu sizinle paylaşmak istiyorum. Bu anlatacaklarımı bizzat ben yaşadım, tamamen gerçektir.
İsmim Murat Aslan, Azerbaycanlıyım. Küçüklüğümden beri cinlere karşı bir ilgim vardı; onlarla ilgili filmler izler, hikayeler dinlerdim. Okulu bitirmiş, yurtdışında okumak için sınavlara girmiştim. Türkiye’de okumayı çok istiyordum çünkü ablam Bursa’ya gelin gitmişti ve her konuşmamızda Bursa’nın çok güzel olduğundan bahsedip, “Burada okursan iyi olur,” diyordu. Şansıma, Bursa Orhangazi Üniversitesi’ni kazanmıştım. Heyecandan yerimde duramıyordum, çabucak Eylül gelse de Bursa’ya gitsem diyordum.
Oraya gideceğim güne kadar Bursa hakkında araştırmalar yaptım, gezilecek görülecek yerleri bir bir not alıyordum. Bu arada sitelerde gezinirken Bursa’da birçok terk edilmiş köy olduğunu öğrendim. Neden terk edildiklerini araştırırken birçok cin vakası olduğunu öğrendim. Bu benim ilgi alanımdı. Tatil bitti, okul zamanı gelmiş çatmıştı. Uçakla İstanbul’a gelip oradan da otobüsle Bursa’ya gittim. Sağ olsun eniştem otogarda karşılamıştı. Eve gidip ablamlarla hasret giderdim.
Ertesi sabah eniştemle üniversiteye gidip gereken işlemleri yaptım. İlk üç ay ablamlarda kaldım ama çok uzak olduğu için üniversiteye gidip gelirken zorluk çekiyordum. Böyle olmayacaktı, okula yakın bir yerden ev bulmalıydım. Ama nasıl? Tek başıma kirasıydı, faturasıydı, masrafların altından kalkamazdım. Okulda samimi olduğum Hakan, Emre ve Yılmaz’la konuşup anlaştık. Onlar da yurttan kurtulmak istiyorlardı. Üniversiteye yakın bir yerde iki artı bir bir ev bulduk, kirası da çok iyiydi. Ablamla konuşup ayrı eve çıkacağımı söyledim. Önce karşı çıktılar, “Bu ev neyine yetmiyor?” deseler de kararlıydım. Üniversitenin çok uzak olduğunu, gidip gelmekte zorlandığımı söyleyerek ikna ettim. Odama gidip elbiselerimi bavuluma koydum ve yeni evime taşındım. Ev çok güzeldi, arkadaşlarla iyi anlaşıyorduk.
Zaman su gibi akmış, bir yıl bitmişti. Arkadaşlarım yaz tatili için memleketlerine gidecekti ama gitmeden önce sakin bir yer bulup iki üç gün kamp kuralım dedik. Mangalımızı yakıp eğlencemize bakmayı düşünüyorduk. Hakan heyecanla gelip İnegöl’de çok güzel bir köy bulduğunu söyledi. Bu köyün ismini söylediğinde hem korkmuş hem de heyecanlanmıştım. Bu köy terk edilmiş, boş bir köydü ve “cinlerin sahiplendiği köy” olarak nam salmıştı. Tabii bu bildiklerimi, korkup vazgeçerler diye onlara söylemedim. Emre hemen, “Neden boş o köy?” diye sordu. Ben de daha önce deprem bölgesiymiş ve çok da heyelan oluyormuş, o yüzden göç etmişler, dedim. Hepsi inanmıştı.
Ben o gece rüyamda rahmetli dedemi gördüm. Bana, “Sakın köye gitme oğlum, o köy lanetli, oradan sağ çıkamazsınız,” dedi. Ardından iki tane kara çarşaflı varlık gelip dedemi kollarına girdi ve onu zorla götürdüler. Bu korkuyla uyandım. Rüya hakkında düşünmeye başladım. “Rüyalar genelde ters çıkar” diye bir düşünce vardır. Dinlediğim hikayelerden etkilendim, o yüzden rüya gördüm diye düşündüm ve pek kafama takmayıp yatıp uyudum.
Sabah Hakan beni dürtmesiyle uyandım. Emre ve Yılmaz yolculuk için erzak almaya pazara gitmişler. Hakan’la güzel bir kahvaltı yaptık. Kahvaltı boyunca konuşması, söylemek isteyip söyleyemediği bir şey var gibiydi. Kahvaltıdan sonra karşıma alıp, “Kardeşim, hayırdır, ne bu halin?” diye sordum. “Akşam çok kötü bir rüya gördüm,” dedi. “Hayırlısı olsun kardeşim, anlat bakalım ne rüya gördün?” dediğimde anlatmaya başladı: “Rüyamda rahmetli annemi gördüm. Issız bir ormandaydık, uzaktan bana sesleniyordu. Aramızda 20-30 metre kadar mesafe vardı. ‘Canım oğlum, sakın köye gitme, o köy lanetli köydür. Girişi var, dönüşü yok. Şer varlıkların meskeni orası, sakın oraya gitmeyin,’ diyordu. Ardından iki tane zebani gibi varlık annemi tutup zorla sürükleyerek götürdüler. Arkalarından ‘Bırakın annemi!’ diye bağırıyordum. O korkuyla uyandım. Ben korkudan sabaha kadar uyuyamadım kardeşim. Ben… Çok… Köye gitmeyelim, korkmaya başladım ben.”
Onu sakinleştirmek için, “Kardeşim, alt tarafı bir rüya işte. Hem bilirsin, rüyalar ters çıkar derler. Alt tarafı iki gün geçirip geleceğiz. İnan bana, çok eğleneceğiz, hepimize çok iyi gelecek,” deyip onu ikna ettim. O sırada Emre ve Yılmaz da gelmişti. Yolculuk için et, sucuk, mangal, çadır, içecek bir şeyler ve kamp malzemeleri almışlardı.
O gece heyecandan bir türlü uyuyamadım. O cinleri köye gidip görmek istiyordum. Onun için hazırlığımı yaptım. Rahmetli dedem hocaydı; musallatlık kişileri okuyup onlara muska vererek iyileşmelerini sağlıyordu. Cinlere bu kadar meraklı olmam, küçüklüğümde hep dedemle vakit geçirmemden geliyordu. Dedemin cin çıkarma ayinlerini gizlice izlerdim. Hep onun gibi bir hoca olmak istiyordum. Hatta bir keresinde bana da musallat olmuşlar, dedem üzerime okumuş, muska yazıp boynuma takmıştı ve “Bunu asla çıkarma,” demişti. Dedem öldükten sonra onun kitaplarını okuyup cinler hakkında birçok şeyi öğrenmiştim. Dedemin iki tane kitabını Bursa’ya gelirken yanımda getirmiştim. O kitapları çıkarıp çantama koydum. Boynumdaki muskayı taktım. Muskayı takar takmaz sanki üzerimden ağır bir yük kalkmıştı. O gece kabus görmeden güzelce uyudum.
Sabah erkenden kalkıp kahvaltı yaptık ve Yılmaz’ın arabasıyla yola çıktık. Yaklaşık iki saatlik yoldu. Giderken iki defa kaza tehlikesi yaşadık. Bu yaşananlar tesadüften öte bir şey olmalıydı. İki saatlik yolculuğun ardından İnegöl’e vardık. Yolda gördüğümüz yaşlı bir amcaya gideceğimiz köyü sorduğumuzda, “O köy sahipli, ne işiniz var orada?” dedi. “Amca sen onu boş ver, nasıl gideceğimizi söyle,” dediğimde istemeden de olsa tarif etti. Ona inanmayıp yolda başka bir kişiye daha sorduğumda aynı tepkiyi verdiler. Arkadaşlarım da tedirgin olmuştu fakat “Hurafe bunlar,” diyerek geçiştirdim.
Sonunda köye vardık. Köy, dağlık, manzarası olan çok güzel bir köydü. 50-60 kadar ev vardı. Evlerin çoğu eski ve yıkılmak üzereydi. Dikkatimi çeken ilk şey ise köydeki evlerin hepsinin penceresinde siyah perdeler olmasıydı. Köyü gezmeye başladık. İnsanlar yaşamadığı için her tarafı otlar kaplamıştı, bazen yürümekte zorlanıyorduk. Emre söze girip, “Arkadaşlar dikkat ettiniz mi, köyde hiç cami yok? Nasıl köy böyle?” dedi. “Depremde veya heyelanda yıkılmış olabilir,” dedim. Evler riskli olduğu için girmek istemedik. Manzarası güzel olan bir tepe bulup çadırlarımızı kurmaya başladık. Bulunduğumuz yerden bütün köy görünüyordu.
Emre ve Yılmaz çadır için kazık çakarken siyah bir yılan gördüler. Yılmaz öldürmek için hamle yapacakken hemen ona engel oldum. “Dur, sakın öldürme onu! Sana ne zararı oldu?” dedim. Okuduğum kitaplarda cinlerin yılan, köpek, kedi gibi hayvanların kılığına girdiğini, o yüzden onlara zarar verilmeden üç defa “Allah rızası için buradan çıkıp gidin” denilmesi gerektiği yazıyordu. Denileni yaptım ve yılan çatallı dilini çıkartıp tıslayarak oradan ayrıldı.
Çadırımızı kurduktan sonra Hakan’la beraber mangal için odun toplamaya ormana gittik. Orman çok ıssız ve ürkütücüydü. Odun toplarken karşımıza iki tane simsiyah köpek çıktı. Sinirli bir şekilde havlayarak üzerimize koşuyorlardı. Hakan korkudan yanındaki bir ağaca tırmanıp beni çağırmaya başladı. Bunların köpek kılığına girmiş cinler olduğunu anlamıştım, çünkü terk edilmiş bir köyde köpeklerin beslenebileceği bir şey olamazdı. Nutkum tutulmuş şekilde beklerken köpeklerle aramızda beş metre kala durdular. Boynumdaki muskanın sayesinde bana yaklaşamıyorlardı. Hemen Felak, Nas ve Ayetel Kürsi okumaya başladım. Köpekler acı çeker gibi bağırarak oradan uzaklaştılar. Hakan’ın yüzü bembeyaz olmuştu. Ağaçtan indi, hızlıca odunları toplayıp kamp alanına döndük.
Mangalımızı yakıp etleri ve sucukları pişirdik. Hava da kararmıştı. Soğuk olduğu için ateş yaptık. Sofrayı hazırlayıp yemeklerimizi yedik. Emre yanında getirdiği gitarı çalıp şarkılar söylemeye başladı. Arkadaşlarım içki içip eğleniyorlardı. Ben içkiye karşı olduğum için kola içerek eşlik ediyordum. Neşemiz yerindeydi. Yılmaz ayağa kalkıp, “Ben şu ağaçların dibine su döküp geliyorum,” dedi. Ona, “Sakın ağaçların dibine tuvaletini yapma. Burası ıssız bir yer, gece gece başımıza iş almayalım,” dedim. “Tamam tamam, anladım,” deyip gitti.
Emre ile Hakan içmeye devam ediyorlardı. Aradan biraz zaman geçmiş ama Yılmaz hala dönmemişti. Ayağa kalkıp arkadaşlarıma, “Ben Yılmaz’a bakıp geliyorum,” dedim. Biraz gittikten sonra Yılmaz’ı gördüm; sabit bir noktaya bakıp duruyordu. Hemen yanına gidip, “Yılmaz, neredesin ya? Merak ettik seni,” dedim. Yılmaz beni duymamış gibi aynı noktaya dikkatle bakıyordu. Onun baktığı yere baktığımda siyah bir kedi gördüm, gözleri ateş gibi kırmızıydı. Ona baktığım anda gözlerini bana çevirdi. Hemen Felak ve Nas surelerini sesli şekilde okumaya başladım. Duaları duyunca çok farklı bir ses çıkararak oradan uzaklaştı ve Yılmaz yere düşüp bayıldı. Onu sırtıma alıp dualar okuyarak kamp alanına taşıdım ve yere yatırdım. Emre ve Hakan korkuyla, “Ona ne oldu?” diye sordular. Onlara ne diyeceğimi bilemedim, panik yapmışlardı. “Bir şey yok, sadece bayıldı,” diyebildim. Suratına su serperek ayılmasını sağladım. Kendine gelir gelmez, “Bebeği… bebeği kesiyorlardı!” diye bağırdı. “Dur sakin ol kardeşim, güvendesin, bizim yanımızdasın. Ne oldu, anlat bakalım,” dedim.
Yılmaz biraz su içip kendini toparladıktan sonra anlatmaya başladı: “Sizin yanınızdan ayrılıp tuvaletimi yapmak için ağaçların oraya gittim. İşimi halledip tam geri dönecekken bir bebek ağlama sesi duydum. ‘Hayırdır, gece gece böyle bir yerde ne bebeği?’ diye düşünürken sesin nereden geldiğine baktım. Ses az ilerideki çalılığın arkasından geliyordu. Gidip gitmemekte kararsız kaldım ama merakım ağır bastı ve yavaş adımlarla yürüdüm. İleride bir bebek yatıyordu. O kadar güzel bir bebekti ki insanın baktıkça bakası geliyordu. Uzanıp bebeği alacakken siyah çarşaflı bir kadın gelip bebeği kucağına aldı. Kadının elinde bir bıçak vardı. Gözlerini gözlerimden ayırmadan bebeğin kulaklarını kesmeye başladı. Bebek ağlayacağı yerde gülüyordu. Sonra burnunu kesti ve son olarak kafasını kesti. Kesik başı bana göstererek pis pis kahkahalar atıyordu. Sonra birden ciddileşip, ‘Buradan gitmezseniz sizin sonunuz da böyle olacak!’ dedi. Bu esnada korkudan hareket edemiyordum, hipnoz olmuş gibi sadece o kadının kızıllaşmış gözlerine bakıyordum. Tam o sırada sen geldin. Duyuyordum ama cevap veremiyordum. Sen dua okur okumaz kadın çığlıklar atarak kaçtı. Sonrasını hatırlamıyorum, gözümü burada açtım,” dedi.
Konuşmasını henüz bitirmişti ki yer sallanmaya başladı. Aceleyle baktığımda onlarca siyah varlığın bize doğru geldiğini gördüm. Hemen çantama sarıldım. İçinden dedemin kitabını çıkartıp cinleri kovmaya yarayan özel duaları okumaya başladım ve tarif edildiği gibi tuzla çember çizdim. Arkadaşlarıma, “Şu an bize şerri varlıklar saldırıyor. Sakin olun ve dediklerimi yapın. Ne yaptığımı biliyorum, korkmayın! Ne olursa olsun bu çemberden dışarıya çıkmayın! Eğer çıkarsanız canınızdan olursunuz! Cinler sevdiğinizin kılığına girip sizi kandırmaya çalışacaklar, dışarı çıkarmak için yalanlar söyleyecekler, asla inanmayın!” dedim. Hatim duaları okumaya başladım.
Etrafımızda 20-30 kadar cin vardı. Onları ilk defa kendi suretlerinde görüyordum. Bu kadarını beklemezdim, korkudan neredeyse kalbim duracaktı. Onları tarif etmek zordur ama anlatabildiğim kadarıyla şunları söyleyebilirim: Her biri farklı farklıydı. Bazılarının boyu iki metreden yüksek, bazılarınınki ise bir metre civarındaydı. Simsiyah, kıllı varlıklardı. Ayakları tersti, kolları neredeyse dizlerine kadar geliyordu. Yüzleri yarı yarıktı, o yarıklardan kan ve irin akıyordu. Bazılarının başı keçi başına benziyordu. Heyecan ve korkuyla okumayı bırakıp sadece onlara bakıyordum.
İçlerinde en uzun boylu ve cüsseli olan ileri çıkıp, “Ey çamur parçaları! Bizi nasıl rahatsız edersiniz? Mezarımızın üzerinde kamp kurdunuz, içki içtiniz! Bunun bedelini canınızla ödeyeceksiniz!” dedi. Kısa bir sessizliğin ardından bana seslenerek, “Sen, Adem oğlu! Bugün oğlumun hayatını kurtardın. O gördüğünüz yılan benim oğlumdu. Arkadaşın onu öldürecekken sen mani oldun. Bu yüzden hayatınızı bağışlıyorum. Hemen arabanıza binip giderseniz bir şey yapmayacağız,” dedi. Ama bu sadece ucuz bir numaraydı, bizi çemberden çıkarmak için yalan söylüyordu. Aldırış etmeden okumaya devam ettim.
Kısa bir sessizliğin ardından bir kadın çığlığı ile irkildik. Yılmaz’ın annesiydi! “Oğlum, kurtar beni!” diye bağırıyordu. Cinler onu önüne almış, işkence ediyordu. Emre korkudan bayıldı. Yılmaz yerinden kalkıp çemberden çıkmak istedi. Onu engel olup, “Dur kardeşim! Onların oyununa gelme! Bu gördüğümüz gerçek değil, akıl oyunlarıyla bizi çemberden çıkarmaya çalışıyorlar! O gördüğün annen değil, onun kılığına girmiş bir cindir!” dedim. Beni dinlemeyip çemberin dışına çıkmak istiyordu. Hakan’a seslenip, “Hakan, yardım et kardeşim! Eğer çember bozulursa hepimiz burada ölürüz!” dedim. Hakan hemen Yılmaz’ı yere oturttu ve sıkıca tutmaya başladı.
Artık gücüm kalmamıştı. Gözlerim kapanmak üzereyken uzaktan nur gibi parlayan iki heybetli varlık belirdi. Ortalık aydınlanmış, cinler kaçmaya başlamıştı. Onlara göre çok heybetli ve çok güçlülerdi. O gür sesleriyle dualar etmeye başladılar. O siyah varlıklar acı çekerek gözlerimizin önünde yanarak küle dönüşüyordu. Hepsi yandıktan sonra iki nurani varlık yanımıza gelip, “Ey Ademoğlu! Size artık korku yoktur. Sabah hemen burayı terk edin. Buralar tekin yerler değil. Arkadaşlarına da söyle, içki içtikleri için tövbe etsinler, namaza başlayıp Hak yolunu bulsunlar,” dedi. Ben sevinçten ve heyecandan konuşamıyordum, çekinerek, “Siz de kimsiniz?” diyebildim. “Biz rahmetli deden Muhammed’in yardımcısı Müslüman cinleriz. Zor durumda olduğunuzu duyduk ve yardıma geldik. İyi ki deden o muskayı vermiş. O muska sayesinde ayakta kaldınız, yoksa buradan sağ çıkamazdınız. O muska sayesinde size dokunamıyorlardı,” dedi. “Allah sizden razı olsun,” diyebildim. Ardından ışık hüzmeleri göğe yükselerek kayboldu.
Hemen Emre’yi uyandırdık ve sabaha kadar korkudan uyuyamadık. Sabahın ilk ışıklarında hemen arabamıza binip orayı terk ettik. Arkadaşlarım tövbe edip içkiyi bıraktılar, namaza başlayıp Hak yolunu buldular. Ben de bir daha cinlerle uğraşmayacağıma dair kendime söz verdim. Artık onlarla uğraşmıyorum, sadece sizin korku hikayelerinizi dinliyorum. Kendinize iyi bakın.
Views: 7