Cinlerin İntikamı | Gerçek Korku Hikayesi

Gerçek Korku Hikayesi Özet: Arkadaşının cin musallatına uğrayan oğluna yardım etmeye çalışan anlatıcının, kendisinin de hedef olup yaşadığı dehşet dolu gece ve iman mücadelesi anlatılıyor.

Ben 39 yaşındayım ve 14 yıldır yalnız yaşıyorum. Ailem, kardeşlerim Ankara’da ikamet ediyorlar. Fakat ben işlerim sebebiyle 14 yıl önce gelip Adana’ya yerleştim ve o günden beri yalnız yaşıyorum. İşlerim o kadar yoğun ve güzel ki, kendimi işlere kaptırıp evlenmeyi hiç düşünmedim.

Her neyse, çalıştığım kurumda oldukça dürüst ve geleneklerine son derece bağlı yaşayan Abdullah isminde bir abi var. Daha ilk günden Abdullah Abi’yle çok iyi anlaştık ve o günden bugüne kadar çok iyi bir dostluğumuz var.

İşlerimin çok yoğun olduğu bir dönemde Abdullah Abi birkaç hafta işe gelemedi. Nedenini öğrendiğimizde cümle arkadaşlar o kadar üzüldük ki içimiz parçalandı. Mesele şöyle: Abdullah Abi’nin uzun yıllar çocuğu olmuyor. İslami usule uygun denemedikleri yöntem kalmıyor fakat nafile. Tüp bebek öneriyor bazı doktorlar fakat dinimizce ihtilaflı bir mesele olduğunu öğrenince o işten de vazgeçiyor hemen ve ümidi kesip Mevla’nın takdirine boyun eğiyorlar. Aradan geçen on sene sonra Mevla bir erkek evlat nasip ediyor onlara. Oldukça sağlıklı olan bu çocuğu neşeyle karşılayıp Rabb’imize şükrediyor ve ismini Yunus Emre koyuyorlar. Sıradan, sağlıklı bir çocukluk yaşayan Yunus Emre’yi yere göğe sığdıramıyor ailesi ve hatta tüm sülalesi.

Derken aradan yıllar geçiyor ve küçük Yunus on yaşına giriyor. Ailesi evde ona doğum günü sürprizi hazırlayıp okuldan gelmesini bekliyorlar. Aradan saatler geçiyor fakat Yunus Emre ortalarda yok. Tüm ailesi ve akrabaları eve doluşmuş, hepsinin ellerinde çeşitli hediyelerle kapıdan girmesini bekliyorlar. Fakat ne gelen var ne de giden… Derken aniden çalan telefonla annesi şoka girip telefonu elinden düşürüyor ve oracıkta bayılıp kalp krizi geçiriyor.

Okulda son derse giriyorlar fakat Yunus Emre yok. Öğretmen soruyor, “Arkadaşınız nerede?” ama kimseden çıt çıkmıyor. Derken tüm okulu ve civarını aramaya başlıyorlar ki, henüz 10-15 dakika olmadan okulun kazan dairesine girerken kamera görüntülerini fark edip hemen oraya koşuyor yetkililer. Kazan dairesinin lambaları anlamsız şekilde yanmıyor. O karanlıkta çocuğu duvarın dibinde bir yerlerde baygın vaziyette bulup hemen ambulansa haber verip hastaneye kaldırıyorlar. Rutin bir takım tetkikler yapılıyor; tahliller, ölçümler derken hiç kimse çocuğa ne olduğunu anlayamıyor, kesin bir tanı koyamıyorlar.

Küçük Yunus Emre garip bir şekilde konuşma ve duyma yetisini kaybediyor, ayakta dengede duramaz hale geliyor. Zaman içerisinde adeta bir servet harcıyorlar, ülkenin en iyi doktorlarına götürüyorlar fakat sonuç değişmiyor. Ne hastalığın sebebini ne de tedavisini bulamıyor kimse. Doktorların söyledikleri hep ucu açık, yuvarlak sözler: “Kalp damarlarından biri aniden tıkanmış veya beyne giden damarlardan biri tıkanmış ve çocuğun kısmi felç olmasına sebep olmuş…” Tıpkı bir bitki haline gelen zavallı çocuk yalnızca bomboş bakıyor, ayağa kalktığı zaman dengede duramıyor, birkaç adım sonra sendelleyip yere düşüyor. Görmediği fizik tedavisi ve ameliyat kalmamış fakat garip bir şekilde en ufak bir iyileşme yok.

Bu şekilde üç sene yaşıyor Yunus Emre. Ve bir gün sabah kalktıklarında Yunus Emre’yi yatağında göremeyen annesi feryadı basıyor. Abdullah Abi koşarak odaya giriyor ki yavrusu yatağında yok! Hemen odaları koşturuyorlar ve Yunus Emre’yi tuvalette baygın vaziyette buluyorlar! Üstü başı sırılsıklam ve yıllardır yere basmadığı için tıpkı bir bebek ayağına dönen yumuşak ayaklarının altı pas içerisinde! Hayret ve korku içerisinde hemen apar topar hastaneye kaldırıyorlar. İşte Abdullah Abi böylelikle evladının yanında kalıyor, gece gündüz işe gelememe sebebi buymuş yani.

Bu haberi alır almaz hemen koştum hastaneye. Abdullah Abi ve vefakar eşi gözyaşlarına boğulmuş, başucunda bekliyorlar. İş arkadaşlarını gören Abdullah Abi elinin tersiyle gözlerini silip yanımıza geldi ve boynuma sarılıp hıçkırmaya başladı. Daha fazla dayanamayıp üzerime yığılıverdi. Hemşirelere seslenip arkadaşların yardımıyla bir sedyeye yatırdık ve müdahale edilmek üzere götürdüler.

“Yenge neler oldu?” diye sordum eşine. Kadıncağız gözlerimin içine baktı donuk donuk, ağlayarak, “Artık Yunus Emre ile bilgisayar oyunları oynamayacaksınız abi… Yavrum artık ellerini ve ayaklarını da kullanamıyor, yatalak olmuş…” Bu sözler bir ok gibi kalbime saplanmıştı ve kalbim sıkıştı, oracıkta bir yere oturdum hemen. “Peki nasıl olmuştu? Yatağından oraya yürümüş mü? Evde başkası mı vardı?” “Bilmiyoruz abi… Hem sadece tuvalete kadar değil, galiba dışarılarda da gezmiş ki ayaklarının altı ve pijamaları toz toprak ve kir pas içerisindeydi. Doktorlara anlatamadık bir türlü. Bize, ‘Neden çocuğu gece gündüz yürümeye zorladınız? Üstelik çıplak ayakla!’ deyip kızdılar. ‘Biz yapmadık, uyuyorduk biz! Hem deli miyim ki evladıma böyle bir zulüm yapayım ben?’ dediysem de inanmadılar bir türlü.”

Duyduklarım karşısında şok olmuştum. Yunus Emre’yi ziyarete giderdim sık sık da. Bazen garip tuhaflıklar olurdu; mesela bilgisayarda oyun oynatırken kalem masadan yere düşerdi aniden veya Yunus’un eli birden bire havaya kalkar inerdi. Tüm bu tuhaflıklara o zamanlar hiç aldırmaz, hep bir bahane bulup geçiştirirdim. Ama şimdi Şükran Abla’nın bu söylediklerinden sonra hepsini aklımdan bir bir geçirip hatırlamaya çalıştım. Meğer gözümüzün önündeymiş sebebi de biz göremiyormuşuz!

Oradan uzaklaşıp Ankara’yı, annemi aradım hemen. Yunus Emre’nin durumunu biliyordu annem, daha evvelden anlatmış ve dua etmesini istemiştim. Annem sohbet başkanıdır benim, yani Ankara’da hemen her semtte haftalık toplanan kadınlara fıkıh dersleri verir. Ayrıca maneviyatı son derece yüksektir. Durumu olduğu gibi anneme anlattım ve fikrini sordum. Canım anacığım beni yine yanıltmadı sağ olsun. “Oğlum, cevabını bildiğin soruyu neden bana soruyorsun? Belli ki emin olmak için onay bekliyorsun. Evet yavrum, ne yazık ki o zavallı sabiye (küçük çocuğa) kafir cinler musallat olmuşlar! Rabbim o vicdansızları kahretsin inşallah!” “Peki biz bir şey yapamaz mıyız anne? Çok zor durumdalar,” dediğimde annem araştıracağını, bazı hocalarına danışacağını söyledi ve dualar edip kapattı telefonu.

Ben annemle konuşurken Abdullah Abi kendisine gelmiş. Yanına gidip önce fikrini sordum. Onun izni olmadan elbette yardım etmemiz imkansızdı. “Ne düşünüyorsun Abdullah Abi? Bu hadisenin sebebi nedir sence?” dedim. Abdullah Abi derin bir iç çektikten sonra yüzünü bana dönüp, “Vallahi akıl erdiremiyorum. Sebebi belli aslında. Hatta bu hadiseden anlaşılıyor ki o hastalığın sebebi de cinler. Ama aklımın almadığı nokta; Yunus Emre on yaşında, günahsız bir melekti adeta! Bu merhametsiz kafirler, bakıma muhtaç, baliğ olmayan sabilere de musallat olabiliyorlar mı?” “Oluyorlarmış abi… Sebepsiz yere değil tabii. Eğer çocuğun direkt kabahati yoksa, yani bilmeden onlara zarar falan vermediyse, çok önceleri olmuş olan bir kin bile muhtemeldir. Bu cinliler anne karnındaki meleği bile öldürüyorlar mı?” “Yani abicim, eğer sizinle bir alakası yoksa geçmişten gelen bir mesele olabilir. Araştırıp öğrenmek lazım,” dedim ve sonra başımı öne eğip, “Ben sana sormadan bir şey yaptım abi. Anneme bu son olayı anlattım, yardım istedim. O da benim önce seninle konuşmam gerektiğini, kendisinin de bu arada araştırıp hocalarına danışacağını ve senin iznin olursa da ilgileneceğini söyledi. Kusura bakma abi, özür dilerim habersiz yaptığım için ama Şükran Abla durumu anlatınca çok sinirlendim ve dayanamayıp hemen aradım annemi.”

“Yunus Emre’yi ne kadar çok sevdiğini biliyorum kardeşim. Şükürler olsun ki bizler inançlı insanlarız, Amentü’ye imanımız var. Annen bize yardım ederse çok memnun kalırız elbette. Böyle bir şey için izin almana elbette gerek yok. İnşallah bir şeyler yapabilir. Zira artık tahammülüm de takatim de kalmadı güzel kardeşim. Dayanacak gücüm de kalmadı. Eşime hissettirmemek için harcadığım çabayı bir görsen… Her akşam sokağın köşesinde durup arabanın içinde yarım saat ağlıyorum, sonra kendimi toparlayıp yüzüme çok sahte olduğunu belli etmemeye çalıştığım bir gülümseme takınıp öyle gidiyorum eve. Allak bullak oldum artık! Allah aşkı için yardım et, ne olursa, ne yapabilirsen kardeşim!”

Bu son derece dokunaklı, duygusal havadan kurtulmak için lavaboya gidip yüzüme bolca su çarptım. Döndüğümde iş arkadaşlarımın gitmeye hazırlandıklarını gördüm. Aileye iyi temenni ve hayır dualarında bulunup ben de takıldım peşlerine.

Aradan birkaç hafta geçmişti. Bir akşam Abdullah Abi ile birlikte gidip Yunus Emre’ye aldığım hediyeleri götürdüm. Yatakta, tabiri caizse, tıpkı bir bitki gibi yatıyordu zavallı masum. Artık görmüyor, duymuyor ve sevindiğinde çıkardığı o sevimli sesleri çıkartmıyordu. Ne yaptıysam en ufak bir hareket ve duygu kırıntısı göstermedi Yunus Emre. Biraz oturduktan ve aileyi teskin ve teselli için klişe birkaç sözden sonra, gitmeden önce Yunus Emre’ye veda etmek için odasına girdim.

Kapıyı açmak için yeltendiğimde, arkamdan sanki bir gücün karşı direnç gösterdiğini açıkça hissettim! Bir anda tüylerim diken diken oldu. Besmele çekip tekrar hamle yaptığımda adeta zorlanarak açtım kapıyı. Hani kapıyı arkadan itekleyen birisi son anda birdenbire bırakır iteklemeyi, işte tamamen aralanmaya yakın aynı öyle oldu. Yani kapıyı arkadan birinin desteklediğini adım gibi emindim! Heyecanla kapının arkasına baktım ama hiç kimse yoktu. İçimden bir titreme, buz gibi bir irkilme geçti ve kafamı yatağa çevirip Yunus Emre’ye baktığımda, bir anlığına sanki çok hızlı bir şekilde yatağa uzanıp hızla battaniyeyi üzerine çekmiş gibi garip bir şeye şahit oldum! Önce gözlerim yuvalarından fırlayacak sandım, dondum resmen! Hiç kımıldamadan öylece yatağı seyrederken, dolabın olduğu tarafta bir karartının görüş açısından kaçmaya çalıştığını fark ettim. Hani sağınıza veya solunuza gözünüzün kenarıyla baktığınızda bir karartının hareket edip gitgide görüş açınızdan kaydığını fark edersiniz ya, işte o anın gerçeğini yaşamıştım!

Yatağında hissiz şekilde uzanan Yunus Emre’nin yanına gidip elini tuttum ve eğilip, “Çocuğum, seni kim bu hale getirdiyse onun şu an beni duyduğunu biliyorum! Allah’ın, peygamberlerin ve tüm meleklerin laneti onun üzerine olsun! Korkma sakın evladım, emin ol ki Rabbimiz seni imtihan ediyor. Eğer sabreder ve şükürle karşılık verirsen, ebedi alemde kazananların tarafında olacaksın. Sana bu zulmü yapanların ise ebediyen cehenneme gönderileceklerini göreceksin! Korkma sakın! Arkanda bir dua ordusu var ve seni bu Allah’ın lanetlediği düşmanın eline bırakmayacağız!” dedim. Tam ayağa kalkarken, parmaklarımın arasında parmağıma takılan Yunus Emre, sanki beni duyup anladığını ve teşekkür edercesine inleyip parmağını bastırdığını hissettim. Uzanıp alnından öptüm ve “Hasbinallah ve ni’mel vekil” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) diyerek kalkıp odadan çıktım.

Hemen kapı önünde Abdullah Abi ile karşılaştık. Tuvalete kalkmış, dönüp tam kapıyı kapatıyordum ki yatağın başucunda, kafası tavana kadar değen simsiyah bir karartının, ateş kızılı gözlerini kısıp dehşet bir öfke ifadesiyle bana baktığını gördüm! Kapıyı tekrar ufacık aralayarak emin olmak için kafamı içeri uzattım. Gölge hızlı hızlı, hırıltılı ses çıkarıyordu! Arkamda, sırtıma doğru bir ağırlık hissettiğimde, o ağırlık sebebiyle düşmemek için kapının kolunu tutup çektim ve kapı hızla kapandı! O kuvveti benim uygulamama imkan yok, adeta birisi arkadan hızla yüzüme çarptı kapıyı! Arkamı döndüğümde Abdullah Abi’nin kireç misali bembeyaz olmuş yüzüyle karşılaştım. Ağzımı açtığım anda konuşmama fırsat vermeden, “Neydi o? Kimdi?” dedi bana kekeleyerek. “Bilmiyorum,” diyebildim. Elim tekrar kapının koluna uzandı ancak açmaya cesaretim yoktu. Sabırsızlanan Abdullah Abi elimin üzerinden sarılıp hızla açtı kapıyı. Beni destekleyerek içeri girdi. Tuhaf bir şekilde içeride çıt yoktu. Gözlerimizle konuşurcasına birbirimize bakıp kaldık. Derken uzaktan Şükran Abla, “Nerede kaldınız? Bensiz sevgi yumağı mı oluşturdunuz yoksa?” diye seslenerek içeri girdi. Hemen o az önce yaşadığımız garip havadan, o paranormal ürpertiden silkinip kendimize geldik ve Şükran Abla’ya hissettirmeden gülümseyip geçiştirdik.

Aynı günün gecesi yatağımda kitap okuyup dua ediyordum. Telefonum çaldı. Arayan Abdullah Abi’ydi. İyice kısık bir ses tonuyla, “Kardeşim, hatunu zor yatıştırdım. Yunus Emre’nin odasında gördüğümüz o şey neydi? Sen gittikten sonra da bir gariplik yaşadım. Yatmadan önce son kez oğlumu kontrol etmek istedim. Önce kapıyı çok zorlanarak açtım, adeta arkadan birinin iteklediğini resmen hissettim. Sonra evladımın başına elimi koyup dua ederken önce pis bir nefes kokusu duydum kulağımın dibinde. Pis diyorum çünkü nefesle birlikte öyle bir koku yayıldı ki adeta soluğum kesildi! Dizlerimin üzerine çökmüş vaziyette eğilmiştim ki birden aşırı kuvvetli bir rüzgar beni sırtüstü yere düşürdü! Evladımı bu şeyle yalnız bırakamam! Hatunun öğrenip korkmasını da istemiyorum. Ben de video kamerayı tam Yunus Emre’yi görecek şekilde ayarlayıp kıyafetlerin olduğu dolaba, elbiselerin arasına gizledim. Allah aşkına annenle konuş, ne yapacaksa acele etsin! Yoksa ben etraftan hoca aramaya başlayacağım!”

“Merak etme abi, daha sizden iner inmez aradım annemi. İlgilendiğini, elinden geleni yapacağını söyledi.” “Peki kardeşim, Allah razı olsun. Ama odada gördüğümüz şey neydi, kimdi?” “Abi bunları düşünme, yarın ben sana uzun uzun anlatırım inşallah,” deyip kapattım telefonu.

Gece 3:00 suları tuvalete kalkmıştım. Tam koridorun köşesinden dönerken içerideki salondan bir ses geldiğini işittim. Nefes dahi almadan dikkat kesildim ki, biri dua okuyordu sanki. Ancak sesi çok tuhaftı, sanki kuyunun içinden geliyormuş gibi yankılıydı. Ne okuduğu tam anlaşılmıyordu ama dua okuduğu çok belliydi. Parmaklarımın ucuna basa basa ilerleyip salonun kapısına geldim. Kapı komple buzlu cam olduğu için içerisi gölgeli şekilde, kırılarak da olsa net bir şekilde gözüküyordu. Mahallenin elektrik direğinden yansıyan güçlü ışık salonu kısmen aydınlatıyor ve içerideki gölge net bir şekilde belli oluyordu. Hareketlerine bakılacak olursa namaz kılıyordu! Ancak okuduğu dualar namaz sureleri değildi. Şaşkına dönmüş vaziyette bir süre öyle izledim. Gölge hareket ederken arkasında duman misali izler çıkarıyordu. Rükuya, secdeye giderken çok hızlı hareket ediyordu. Eğildiği zaman simsiyah bir şeyler arkasından dağılıp havaya karışıyordu. Tuhaf bir şekilde, büyülenmiş gibi gölgeyi izliyordum. Okuduğu duanın tonu hiç değişmeden öylece devam ediyordu. Hani rükuya giderken dua biter de Allahu Ekber dersiniz ya, bunda öyle bir şey olmadığını fark ettim. Yani durmadan, dümdüz dua okuyordu!

Silkinip birden kapıyı açtım. Simsiyah bir çarşafın içerisinde, müthiş heybetli gözüken annem namaz kılıyordu! Fakat bazı farklar vardı arada: Benim annemin boyu 1.55’tir ve hafif kilolu bir kadındır, şişman değil biraz topluca. Ayrıca çarşaf değil, tesettür kullanır annem, yani pardösü. Salonumda namaz kılan annem ise rahat 1.90 boyunda ve incecik, hatta anormal derecede incecikti! Ayakta, kıyamdaydı. Birden eğilmek üzere hamle yaptı, fakat dediğim gibi tekbir almak falan yok, direkt eğiliyor. Eğilmeden önce, karanlıkta kaldığı için göremediğimi zannettiğim gözlerini bana çevirdi! Bu esnada kalbim duracaktı adeta! Ben korkudan geri adım attım istemsiz olarak. Nefesimin dahi düzensizleşmesine sebep olan şey gözleriydi: Yusyuvarlak ve kapkaraydılar! Üstelik göz kapakları aşağıdan yukarıya doğru kapanıp açılıyordu! Yüzü abartılı şekilde ince uzundu. Eğilmeden önce bana bakıp gülümsedi! O gülümsedi de benim ömrümden ömür gitti!

Fakat buraya kadar şahit olduklarım da hiçbir şeymiş! Rükudan sonra kıyama doğruldu, tekrar eğilip secdeye gitti. Yalnız çok hızlı ve dediğim gibi, öne eğilirken sanki simsiyah bir şeyler savrulup havaya karışıyor. Daha iyi anlayabilmeniz için şu örneği vereyim: Uçaklar giderken arkalarında duman bırakırlar ya, işte aynen öyle oluyordu. Gözümün önünde namaz kılar gibi hareketler yapan anneme sabitlenmişken, arkada pencerenin önünde tüm camları kaplayan simsiyah gölgeler uçuşuyordu! Sanki tüm dünyayı kaplamışlar gibi! Annem sandığım şey hızlı hızlı secde, rüku, kıyam yaparken fark ettim ki, yüzü bana dönük olan varlığın belden aşağısı arkaya dönüktü! Onu fark ettiğim anda istemsizce salavat çıktı ağzımdan ama korkudan… Hayal edin: Yüzü size dönük olduğu birinin ayaklarının tersine doğru oturduğunu bir düşünsenize! Öne doğru eğilmesi gerekirken, tam ortasından geriye doğru kırılacakmışçasına eğiliyor ve ‘V’ şeklini alıyor, sonra tekrar ileri doğruluyor!

Arkamı bile dönmeden kapıyı açmamla haykırarak yatağa koşmam bir oldu! Yatağa oturunca fark ettim: Ben korkudan kaçarken, o varlığın etrafında birilerinin, yine aynı soğuk, yankılı sesle kahkahalar atarak halime güldüklerini hatırladım! Bunu hatırlamam korkudan ziyade kızgınlık ve yoğun bir utanç hissetmeme sebep oldu. Bu kafirler insanları oyuncak edip gülüyorlar! ‘Kendimi onlara güldürmeyeceğim!’ diye düşündüm ve garip bir şekilde içime cesaret hakim oldu. Ayağa kalkıp tekrar salona gitmeye karar verdim. Ancak daha ayağa kalkıp kapı kolunu tutar tutmaz karşılaştığım manzara tekrar gözümün önünde canlandı ve tüm cesaretim bir anda kırıluverdi. Tekrar yatağıma oturup bir müddet içeriyi ve etrafı dinledim ama çıt yoktu. ‘Gittiler galiba,’ diye düşünerek çeşitli dualar okumaya başladım.

Aniden çalan telefonla irkildim. Arayan annemdi! Hayret ettim, bu saatte beni hiç aramaz annem. ‘Acaba bir şey mi oldu?’ diye düşünüp hızla açtım telefonu. Normalde ya annem ya da ben, yani kim önce davranırsa “Esselamü aleyküm” derdi. Daha ben selam vermeden annem, “Namaz kılıyorum oğlum,” dedi. Şaşkınlıkla ben “Anne?” derken o devam etti: “Teheccüd namazı kılıyordum. Ne oldu, neden böldün? Sen bir şey mi oldu oğlum?” dedi. Şaşakaldım ben! “Anne ne diyorsun? Ne namazı, ne bölmesi?” dedim. “Oğlum anlamıyor musun? Namazımı neden böldün?” İşte bu sözleri söylerken sesi değişmeye, kalınlaşıp eko almaya başladı! Tıpkı az önce sanki kuyudan gelen ses gibi! O korkunç, soğuk, yankılı ve cızırtıyla karışık ses tonuyla bağırarak, “Seni geberteceğim!” dediği anda telefonu karşımdaki duvara fırlatıp attım!

Korkudan titremeye başladım. O anda kendime telkin veriyordum: “Sabret oğlum, sabret ve dua oku! Korkunun seni ele geçirmesine izin verme, yoksa o kâfirlere iyilik etmiş olursun!” Ben bunları düşünüp kendimi kontrol altına almaya çalışırken, telefondaki konuşma kaldığı yerden devam etmeye başladı! Ses kulaklarımda çınlıyor ve odada yankılanıp etrafa dağılıyordu! Fakat bu nasıl olur? Telefonu paramparça etmiştim! Dehşetle yatağın yanına, aşağıya baktığım anda, yatağın altından birdenbire sanki bir kovayı birden boşaltmışçasına kan akmaya başladı! Hayretler içindeydim! Evet, yatağımın altından sanki birinin boğazını kesiyorlarmışçasına korkunç ve iğrenç bir hırlama sesi ile birlikte oluk oluk kan akmaya başladı! Hani hayvan kesilirken nefes alabilmek için mücadele eder de o anda korkunç hırıltılar çıkar ya, işte öyle kesik kesik hırıltı ve kan akışının sesi birbirine karıştı!

Korkudan titrerken tam dua okumaya başladığım esnada yatağım sanki 12 şiddetinde depremle sallanmaya başladı! Öyle bir sallanıyor ki yataktan düşmemek için mücadele veriyorum! Yatağımın dört tarafı da kan gölüne dönmüş adeta ve kan hala akmaya devam ediyordu! Etrafta oluşan tarifsiz iğrenç kokuların arasından resmen kan kokusu hissedebiliyordum! Metalimsi o kan kokusu neredeyse genzimi yakmıştı! Ben dua okumaya devam ettikçe yatağım daha da şiddetli sallanmaya başladı ve etraf gitgide daha da kararmaya ve gözlerimin önünde ani ışık patlamaları olmaya başladı!

Allah’ım neler yaşıyorum ben böyle! Halbuki dua okuyunca kaçacaklarını zannederdim ben hep ama olmuyor, hiçbir şey değişmiyordu! O hengame arasında tavandaki avizeye dikkat kesilmiştim ve avizenin sallanmadığını gördüm! Okuduğum duaların da etkisinin olmadığına şahit olunca çaresizlik içerisinde kıvranmaya ve sonumun geldiğini düşünmeye başladım. Orada öleceğime o kadar emindim ki hiç durmadan şahadet getiriyor ve arada bir küçücük de olsa belki kurtulurum ümidiyle üstadımdan öğrendiğim, ismini sayamadığım sahabe efendilerimiz ve Allah’ın dostları kalmadı sanırım, hepsini anıyordum.

O yatağın üzerinde, özellikle o anda yaşadıklarım ömrümden bir 10 sene götürdü herhalde. Yavaş yavaş vücudumun karıncalandığını hissettim. Artık kollarım, vücudum tükenmişti ve tuttuğum bazanın başlıkları galiba terden ellerimden kaydı ve hızla yere çakıldım! O kan havuzunun içine! Kafamı yan bir şekilde yere çarptım. Kulağım yere gelecek şekilde düşmüştüm. Kan hala akmaya devam ediyordu. O kapkaranlık odada kapı eşiğine çarptım. Size şöyle bir detay vereyim: Bu kapı daha önceden balkona açılıyormuş fakat ben odaların şeklini değiştirdim ve balkonu iptal edip odaya dahil etmiştim. O eşik öylece kalmıştı. Şimdi o an hatırladım ve ‘Keşke,’ dedim, ‘Keşke güvenmeseydim de o eşiği kırsaydım!’ Şimdi o eşik yüzünden bu kan gölünde boğulacağım! Çünkü yatağın altından adeta bir yeraltı kaynağından fışkırırmışçasına akan kanlar eşiğe çarpıp geri geliyor ve yatağın etrafında küçük bir havuz oluşturuyordu. Şimdi başım o havuzun içinde! Asla kıpırdatamıyorum artık! Akan kanı yutmak zorunda kaldım, yoksa boğulacağım!

Orada ne kadar kaldım bilemiyorum zira bir ara kendimden geçmişim. Uyandığımda kan durmuş ve yatağın altından yerde bir insan sürüklenme sesleri geldi önce. Sonra yüzümü binbir zahmetle yatağın altına çevirdim. Manzara korkunçtu! Yatağın altında, az önce salonda namaz kılan annemin başsız vücudu yatmakta! Öyle garip bir vücut ki beli neredeyse bir ip kadar ince! Vücudun hemen yanında ise kesilmiş olan annemin başı! Ben bakınca birden gözlerini açtı! Annem sandığım o şeyin gözleri dehşet vericiydi; yusyuvarlak ve kapkara birer çukur gibi! Kaşı yok, göz kapakları ise gözün altından yukarı doğru açılıp kapanıyor! Gözlerini açan varlık bana, “Sana Yunus Emre’ye bulaşma dememiş miydim oğlum? Bak beni dinlemedin, onlar da bana ne yaptılar! Haydi yardım et bana, kurtar beni! Önce inandığın Rabbini inkar et, sonra peygamberlerini, daha sonra da evindeki Kuran-ı Kerim’i ve sahabelerin hayatlarını anlatan tüm kitapları yırt! Hepsini yırt, tuvalete at!”

Varlığın kafası bunları söylerken vücudu da ellerini yere yapıştırarak sürünmeye ve bana doğru ağır ağır gelmeye çalışıyor! “Sen benim Rabbimin düşmanısın! Benim de düşmanımsın! Siz İblis’le birlikte ebedi yanacaksınız! Beni dediğimden asla döndüremeyeceksiniz!” Fakat ben bu sözleri söylemiyorum, yani sözler aklımdan geçiyor sadece. Fakat varlık beni anlıyor ki ben sözlerime devam ettikçe, şahadet getirdikçe sinirleniyor; o korkunç ağzını inanılmaz büyüklükte açıp çığlıklar atıyor, bölünüyor, parçalanıyordu!

Mevlam kalbime öyle bir ferahlık verdi ki kendime güvenim geldi ve korkum azalmaya başladı. Tam o esnada tüm cesaretimin tekrar kırılmasına vesile olan bir gümbürtü duydum önce. Ev yıkılıyor sandım ve ellerimle başımı korumak için hamle yapmak istedim ancak kollarım tamamen uyuşmuş, kıpırdatamıyordum! Benden bağımsız hareket ediyorlardı! Aniden ateş gibi yanan bir çift el bacaklarımdan sıkıca tutup beni sürüklemeye başladı! Yüzüstü pozisyonda olduğum için beni neyin sürüklediğini göremiyordum. Ara sıra arkaya doğru bakmak için dönmeye çalıştığımda belime şiddetli tekmeler yiyordum. Derken varlığın beni balkona götürdüğünü anladım! Aman Allah’ım! Beni balkondan aşağıya atacak! Var gücümle haykırmaya, komşularımdan yardım istemeye başladım. Tam bitişiğimdeki komşum narkotik şubesinin amiri ve yakın dostumdu, özellikle ona bağırıyordum ama nafile, kimse sesimi duymuyordu!

En son odadan geçip balkona çıkacaktık ki kitaplığın ayaklarına bir şekilde de olsa bir kolumu geçirmeyi başarmıştım. Bu kitaplığı alalı çok olmamıştı, metal rafları olan kitaplığı henüz monte etmemiş, yalnızca köşe vidalarını tutturmuştum. O üşengeçliğimin bu gece hayatımı kurtaracağını bilemezdim tabii! Evim bir sitede ve dairem 11. katta. Balkondan fırlatıldığımda neler olacağını siz düşünün artık! Varlık kızmış ve o iğrenç sesiyle, “Boşuna direnme, geleceksin!” diye böğürürken birdenbire kitaplık üzerimize devrildi ve tam önüme Kuran-ı Kerim, Kur’an meali, tefsir, fıkıh, akait konulu tüm kitaplarım düşüverdi! Hemen Kur’an’a sarıldım ve dirseğim ile açabildiğim herhangi bir sayfaya yüzümü yapıştırıp okumaya başladım! Varlık yerden, rafların arasından kalkıp balkona gitti ve oradan sessizce bana bakmaya başladı. Bense Kur’an’a sarılmıştım ve göremediğim bu tahmin üzerine okumaya çalışıyordum. Birden bir hareket fark edip balkona baktığımda, varlık acı çeker şekilde bir yüz ifadesiyle fakat hiç konuşmadan simsiyah bir duman gibi havaya savrulup gitti!

“O kadar kolaymış!” diye düşündüm ve derin bir nefes aldıktan sonra yüzümü Kelamullah’a yapıştırıp ağlamaya başladım. Yüzüm Rabbimiz’in kelâmı olan Kur’an-ı Kerim’e yapışık, hüngür hüngür ağlıyordum. Henüz hiçbir günahı olmayan, tıpkı bir melek misali tertemiz olan küçücük bir sabiye yardım etmeye çalıştığım için mi yaşıyordum tüm bunları? Galiba öyleydi. Aksi halde cinlerin varlığına inanır ve onların yaşam alanlarına girmemeye özen göstererek yaşamaya gayret gösterirdim. Varlıklarına saygı duyduğum ve istemeden de olsa zarar vermemek için resmen çaba sarf ederek yaşamaya çalıştığım bu varlıklar neden durup dururken bana saldırsınlar? Üstelik imanımdan edip canıma kastedecek kadar nefret ve öfkeyle! Alnımdan, Allah’ın kelamı üzerindeki kanlı yüzümden yaşlar akarken duyduğum sabah ezanı sesiyle birlikte her şey bir anda bitivermişti! Sanki hiç olmamış gibi, birdenbire garip bir şekilde her şey normale döndü. Fakat ben bu gecenin ardından bir daha asla normale dönemeyecektim.

Yaşadığım bu saldırı normal fiziki bir saldırı olsa, belki maruz kaldığım darp izi, yara bere izlerinin iyileşme sürecinde ızdırap çeker, sonra da unutup gidebilirdim tüm olan biteni. Fakat saldırı yalnızca fiziken değil, maneviyatıma da yapılmıştı! İşin ciddiyeti de burada artıyordu. İmanıma saldıran bu varlıklara asla teslim olmayacak, onların dediği çizgiye gelmeyecektim elbette!

Ertesi gün hastaneye gittim ve tam 15 gün sürecek bir yoğun bakım günlerim başlamış oldu. Vücudumdaki ağrıları on beş gün boyunca her uyanık kaldığım, hatta bazı anlar uykularım da dahil, hissetmediğim bir an bile olmayacaktı.

Hastaneden çıkar çıkmaz derhal ilk işim bu konularda hakiki ilim sahibi olan tanıdıklarımı aramaya başladım. İç Anadolu’dan birinin tavsiyesiyle, medyanın da yakından tanıdığı, YouTube’da videoları olan Karadenizli bir hocanın yanına gittim. Tahminlerimde yanılmamıştım; Yunus Emre’ye yardım etmek istemem onları çok kızdırmış ve o gece bana cehennemi bu yüzden yaşatmışlardı! Neyse ki hocam rukye ile aslında halletti durumu ve bana saldıranlardan tutun da o gece orada bulunup olup biteni izleyenler de dahil olmak kaydıyla hepsini bir bir yakalayıp yaktı. Saygıdeğer hocam… Allah Rabbim’e sonsuz kez şükürler olsun ki kurtulmuştum bu zulümden.

Fakat masum Yunus Emre’nin kurtuluşu benimki kadar kolay olmadı. Neticede o da kurtuldu elbette ancak çok zorlu geçen 25 gün ardından kurtulabildi, Elhamdülillah. Sonra da yaklaşık iki yıl süren iyileşme süreci başladı. Aradan geçen iki senenin ardından çok zor da olsa ayakta tek başına durup, ilk önceleri 150-200 metre, daha sonra zaman ilerledikçe daha da uzatarak tek başına mahalle bakkalına gitmeye başladı. Biraz daha sabırla tam anlamıyla iyileşip bizler gibi olacak inşallah.

Allah’ım tüm inananları bu varlıkların şerrinden korusun, amin.

Views: 14

İlginizi Çekebilir:Ezra Adlı Cinle Yaşadığımız Aşk | Gerçek Korku Hikayesi
share Paylaş facebook pinterest whatsapp x print

Benzer İçerikler

The Magical Gold on the Mountain | Horror Story
Dağdaki Büyülü Altın | Korku Hikayesi
The Curse of the Luck Spell | A True Horror Story
Şans Büyüsünün Laneti | Gerçek Korku Hikayesi
The Grimoire in Box #13 | A True Horror Story
13 Numaralı Kasadaki Büyü Kitabı | Gerçek Korku Hikayesi
Jinn Summoning Ritual | A True Horror Story
Cin Çağırma Ritüeli | Gerçek Korku Hikayesi
The Call of the Black Shroud | True Horror Story
Siyah Kefenin Çağrısı | Gerçek Korku Hikayesi
The Jinn Wedding in the Cemetery | A True Horror Story
Mezarlıktaki Cin Düğünü | Gerçek Korku Hikayesi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Paranormal Dergi | © 2025 |