Cinli Köyün Sırrı | Gerçek Korku Hikayeleri

Gerçek Korku Hikayeleri | Köydeki eski bir cin hikayesinden etkilenen Uğur, arkadaşları Kadir ve Melih ile korkunç olaylar yaşar. Kara keçi, kayboluşlar ve kabuslar, ihanetle örülü bir kara büyünün parçasıdır.

Kendi köyümde doğdum, burada büyüdüm ve belki de burada öleceğim. Adım Uğur. Ailem beni hiçbir zaman okula göndermedi. Çocukken arkadaşlarım okul yollarında koştururken ben elimde kürek tarlalarda ter döküyordum. Annem ve babam beni bahçemizde çalışmaya zorladı, sanki başka bir hayat yokmuş gibi. Büyüdükçe çalışmaktan başka bir şey yapmaya vaktim olmadı. Çalıştıkça hayattan daha da soğudum. Her sabah horozların sesiyle uyanırdım ama onların sesi bile bana bir şey ifade etmezdi artık. Bahçede çalışırken toprağın kokusu, ellerimin nasırlaşması, güneşin kavurucu sıcağı… Bunlar hayatımın bir parçasıydı ve hepsinden nefret ediyordum. Ailemi seviyordum ama onların bana yaşattığı bu hayatı sevmiyordum. Her akşam yorgun argın eve döndüğümde, aynada kendi yansımama bakıp gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalıyordum. Ellerim nasırlı, yüreğim hüzünlü ama hala umudunu yitirmemiş bir çocuk olarak kendi kendime bir söz verdim: Bir gün bu köyden kurtulacak, hayatımı değiştirecek ve ailemin benden çaldığı her şeyi geri alacaktım.

Köyde anlaşabildiğim iki arkadaşım var. Onlar da benim gibi okula gitmemiş, çalışarak büyümüş çocuklardı. Kadir, tarlaların en diplerinde bile elini korkmadan toprağa daldıran, biraz fırlama, güler yüzlü ama gözlerinde derin bir hüznü saklı olan bir çocuktu. Onunla bahçede çalışırken sık sık konuşurduk. O da benim gibi ailesi tarafından çalışmaya zorlanmıştı. Diğer arkadaşım Melih ise içine kapanıktı. Melih her zaman çalışkan, görevini en iyi şekilde yapmaya odaklıydı. Gözlerinde bir kaçış isteği görürdüm ama bu isteği dile getirecek cesareti bulamazdı. Bu iki arkadaşım köydeki hayatımın en değerli parçalarıydı. Onlarla beraber hayal kurmak, çalışmanın getirdiği yorgunluğu bir nebze olsun hafifletirdi.

Her akşam eve gidip duşumuzu aldıktan sonra köyün kahvesinde takılmaya giderdik. Yapacak başka bir aktivitemiz olmadığı için günlerimiz böyle sıkıcı geçerdi. Zaten yorgunluk hat safhadaydı, sıcaktan beyinlerimiz erimiş, bari iki kelime sohbet edip kendimizi deşarj ederiz diye düşünürdük. Yine bir akşam kahvede otururken köyün yaşlılarının arasındaki muhabbete kulak misafiri olduk. Köyün yaşlıları genellikle pek konuşmayan, sessiz ve ağır başlı adamlardı. Ancak o akşam aralarında fısıldaşıp ilginç bir hikaye anlatmaya başlamışlardı.

“Eskiden köyümüz ilk kurulduğu zamanlarda çok zor günler yaşanmış. Köyün ilk haneleri burada hayatta kalabilmek için cinlerden yardım almak zorunda kalmışlar,” dedi hoca. Cümleyi duyduğumda daha dikkatli dinlemeye başladım. Diğer yaşlı adam başını sallayarak devam etti: “Evet doğru. Cinler o zamanlar köyde büyük bir tehlike oluşturuyormuş. İnsanların yaşamlarını tehdit ediyor, korku salıyorlarmış. O zamanlar çok cesur biri bu işi bitirmek için bir cini öldürmek ve köyün çevresinde bir yere gömmek zorunda kalmış,” dedi. Çocuklarla birbirimize baktık. Onlar dalga geçercesine mimikler yapıyorlardı ama ben çoktan düşmüştüm bu korku selinin içine.

“Bu cesur köylünün adı Ali’ymiş. Gece yarıları evlerden çığlıklar yükselir, insanların eşyaları kaybolur, tarlalar bir gecede harap olurmuş. Cinlerin köye musallat oldukları ve bu olayların onların işi olduğu düşünülürmüş. Cinlerin varlığı köyde büyük bir korkuya neden olmuş. Köylüler geceleri evlerinden çıkmaya cesaret edemez olmuşlar. Cinlerin insanların akıllarını karıştırıp onları çıldırttığına inanılıyormuş. Hatta bazen kaçırılma ve kaybolma olayları gerçekleşmiş. Birçok köylü bu korkunç olaylardan dolayı köyü terk etmek zorunda kalmış ve civar köylere taşınmış. Kimse çocuklarını dışarıda oynatmaz, gecenin karanlığı çökünce evlerinin kapılarını ve pencerelerini sıkı sıkıya kapalı tutarlarmış. Köyün büyükleri cinlerden kurtulmanın bir yolunu ararken Ali kendi başına bir plan yapmaya karar vermiş. Köyün dışında, cinlerin mesken olarak düşünülen bir mağara varmış. Ali gece yarısı kimseye haber vermeden bu mağaraya gitmiş. Elinde bir meşale ve cesaretinden başka bir şey yokmuş. Ali köye döndüğünde mağarada karşılaştığı şeyler hakkında hiçbir şey anlatmamış. Bu olaydan sonra köyde bir daha büyük bir felaket yaşanmamış. Ama köyde çıkan bazı laflar ve duyumlar, musallat olan o kabile liderinin Ali tarafından öldürüldüğü ve köyün civarında bir yere gömüldüğü yönündeymiş. Ali de o geceden sonra bir daha görülmemiş ve sırra kadem basmış,’ dedi.

Bu hikaye anlatılırken yaşlı adamların gözlerinde hem korku hem de gurur vardı. Ali’nin cesareti köyün hafızasında derin izler bırakmıştı. O gecenin karanlığında gerçeği keşfederek köyün geleceğine ışık tutmuştu. Kahvede bir an sessizlik oldu. Bu hikayeyi dinlerken içimi bir ürperti kapladı. Cinler ve eski köylüler arasında yaşanan bu mücadele, köyümüzün üzerine karanlık bir gölge düşürüyordu. Sanki yıllardır saklanan bir sır bu kahvede yeniden canlanmıştı.

Melih yüzünde alaycı bir gülümsemeyle bana bakarak, “Ne oldu? Yoksa korktun mu Uğur? Cinlerden mi çekiniyorsun?” dedi. Kadir de gülmeye başladı. “Hadi ama Uğur, bunlar sadece yaşlıların uydurduğu masallar. Onlar da bu köyde yapacak bir şey bulamıyorlar ve heyecan olsun diye konuşuyorlar işte,” dedi. Ama ben duyduklarımdan gerçekten etkilenmiştim. O an köyün karanlık gecelerinde cinlerin hala dolaşıyor olabileceği düşüncesi aklımdan çıkmıyordu. Arkadaşlarımın alayları arasında hikayenin ağırlığı beni iyice etkisi altına aldı. Cinler ve köyümüzün geçmişi ile ilgili daha fazla şey öğrenmek istiyordum. Belki de köyün sessizliği, bu huzuru cinlerle yapılan o eski anlaşmanın bir parçasıydı. O gece kahveden ayrılırken içimde büyük bir huzursuzluk vardı.

O korku dolu akşam kahveden çıkıp evime doğru yürümeye başladım. Arkadaşlarım evlerine dağılmıştı ve “Korkmana gerek yok, öyle şeyler hiç yaşanmadı emin ol,” gibi şeyler söyleyip gitmişlerdi ama benim bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyordu. İçimdeki huzursuzluk gitgide büyüyordu. Kulaklarımı dört bir yana çevirerek her çıtırtı ve rüzgarın hışırtısına dikkat kesiliyordum. Eve yaklaştığımda ansızın siyah bir keçi gözlerime ilişti. Karanlıkta belirginleşen keçi sessizce orada duruyordu. Etrafıma hızla bakındım ama kimseyi göremedim. Besmele çekerek adım adım keçiye doğru yaklaşmaya başladım. Keçi sakin bir şekilde bana bakıyordu, sanki bir şeyler anlatmak istiyor gibiydi. Keçiye odaklanmışken birden arkamdan sırtıma bir taş geldi. Korkuyla irkildim ve arkamı döndüğümde Kadir’i gördüm. Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Kadir alaycı bir ifadeyle kahkahalarla gülmeye başladı. “Korkma benim ulan, ne saf çocuksun,” dedi ve gülmeye devam etti. İçimdeki sinir ve korku birbirine karışmıştı. Onu oracıkta öldürmek istedim, öyle sinirlenmiştim yani. Kadir’e doğru bir adım attım, ona birkaç hakaret savurdum. Sonra tekrar önüme döndüm ama o keçiyi göremedim. Etrafıma baktım ama hiçbir yerde yoktu. Arkamı dönüp, “Kadir, az önceki keçiyi de gördün mü?” dedim ama bana cevap verebilecek birisi yoktu. Kadir de ortalıktan kaybolmuştu. Daha iki saniye önce arkamda olan çocuk nereye gidebilirdi ki? İçimde büyük bir şaşkınlık ve çaresizlik vardı. Derin bir nefes aldım ve kapıya geldim. Kapıyı sessizce açıp içeri girdim. Odama geçtim ve yatağıma uzandım. Gözlerimi kapattığımda o anın korku dolu anını hatırlayıp durdum. Az önceki yaşadıklarım beni derinden etkilemişti. Gözlerim kapalıyken bile o keçinin bakışları gözümün önündeydi. Neden o keçi oradaydı? Gerçekten Kadir miydi o taşı atan, yoksa başka bir şey miydi? O gece korku ve gerçeklik arasında ince bir çizgi olduğunu anlamıştım. Belki de o anı hiçbir zaman tam olarak anlayamayacaktım.

Sabah olup gözlerimi açtığımda hala geceki korku dolu anılar zihnimi işgal ediyordu. Ancak hızlıca uykuya dalmış olmalıyım ki güneş çoktan doğmuş, odayı aydınlatıyordu. Hızlıca yataktan kalkıp kahvaltı yapmaya başladım. Babama anlatmak istedim ama babamla aramızda pek iyi bir ilişki yoktu. Anlatmakla anlatmamak arasında gidip gelirken sonunda hikayeyi anlatmamayı tercih ettim. Babamla aramızdaki gerginliği daha da arttırmak istemiyordum. Kahvaltıdan sonra birlikte tarlaya gitmek zorundaydık. Kadir ve Melih de kendi tarlalarında çalışıyorlardı. Öğlene kadar çalıştık ve yemek molasında çocukların yanına gittim. Oturmuşlar, kendi aralarında gülüşüyorlardı. Yanlarına gittim ancak gider gitmez içimdeki Kadir’e olan öfke aniden kabardı. “Dün geceki şakan için seni asla affetmeyeceğim! İnsan insana bunu yapmaz oğlum, çok ayıp ettin!” diye bağırdım. Kadir, ne olduğunu anlamamış gibi bana bakıyor, hala sırıtıyordu. “Ne şakası, ne şakası? Ne oldu yine?” diye sordu. “Gece kahveden dağılıp eve gittiğimde senin arkamdan taş atıp beni korkutmandan bahsediyorum, yoksa unuttun mu?” diye çıkıştım. Benim ciddiliğimi gören Kadir’in ifadesi birden durgunlaştı. “Uğur, dün gece ben direkt eve gittim, hiç yanına gelmedim. Deli miyim ben gecenin bir vakti sana taş atayım? İnanmıyorsan Melih’e sor, o bıraktı beni eve,” dedi. Melih’e baktım, aynı ciddiyetle o da bana bakıyordu. Büyük bir of çektim. Duyduğum kelimeleri sindirmeye çalışırken kafam daha da karışmıştı. O an içimdeki öfke ve korku birbirine karıştı. Dün gece yaşadıklarım sadece bir hayal miydi? Ama o korkunç anılar ve kaybolan keçi… Bunlar nasıl açıklanabilirdi? Kafamı karıştıran düşüncelerle doluyken tarlaya dönüp çalışmaya devam ettim ama o anın huzursuzluğu içimi bir türlü terk etmiyordu. Akşama kadar bu şekilde vakit geçirdim. Şimdi de ona iftira atmışım da kalbini kırmışım gibi hissediyor, vicdan azabı çekiyordum.

Neyse, akşamın olmasıyla evlerimize dağıldık. Tahmin ettiğim gibi gönül koymuştu bana. Aradım, açmadı. Melih de çıkmak istemediğini söyledi. Ben de tek başıma gittim kahveye. Öyle boş boş oturup çay içerken dünkü hikayeyi anlatan adam içeri girdi. Bu sefer diğer arkadaşların yanına geçmeyip direkt benim yanıma gelip selam verdi. Oturup bir çay söyledikten sonra, “Bak genç adam, biz arada böyle hikayeler anlatırız. Dün gözlerindeki korkuyu fark ettim. Bu köyde böyle bir şey hiç yaşanmadı. Yani tamamen bizim uydurmamız. Hem yaşansa bu köyde şu an kimse yaşayamazdı. Seni de korkuttum, kusura bakma. Hadi babana selam söyle,” dedi ve diğerlerinin yanına gitti. O an biraz duraksadım. İçim rahatlamış, büyük bir yükten kurtulmuştum. Ama oraya oturup kendi aralarında konuşurlarken beni gösteriyorlardı. Dikkatlice bakıp anlamaya çalıştım ama anlayamadım. Sonra telefonumun çalmasıyla tüm dikkatim bozuldu. Arayan Kadir’di. Kahvede olduğumu söyleyince geldi. 5 dakika sonra da Melih geldi. “Hani çıkmayacaktın?” gibi şeyler söyleyince, “Çıktık işte,” falan dedi sertçe. Bir süre sessiz kaldıktan sonra bugünkü söylediklerim için özür diledim. İlk başta kendini naza çekse de Melih’in desteğiyle aramız düzeldi. Sonra adamın yanıma gelip söylediklerinden bahsettim. “Biz sana demedik mi yalandır diye?” falan diyerek orada da dalgalarını geçtiler. Sonra Kadir, “Bugün burada oturmayalım, çıkıp dolaşalım,” dedi. Zaten saniyesinde onaylandı ve son yudumlarımızı alıp kahveden çıktık.

Nereye gittiğimizi bilmeden öylece yürüyorduk. Köyden biraz uzaklaştık. Açıklık bir yer bulup oraya oturduktan sonra koyu bir muhabbet başladı. Tam da mezarlığın arka tarafındaydık. “Bilerek mi getirdiniz buraya?” dedim gülerek. “Aynen, sen kork ki bize de gülecek malzeme çıksın,” dedi Melih. Bu sefer hiç korkmaya niyetim yoktu. Hatta cesaretimi göstermek için ayağa kalkıp etrafta dolaşmaya başladım. Mezarlığın yakınındaki ormanlık alana bile girdim. Onlar da kendi aralarında konuşup gülüşüyorlardı. Sonra ayağım birden bir şeye takıldı. Sarsıldım ama düşmeden bir ağaca tutundum. Yerde dikili ufak bir taş vardı, ona takılmıştım. Taşı yerinden çıkarıp bakacaktım ama sanki betona sabitlenmiş gibi hareket etmiyordu. Çocuklara seslendim, anında geldiler. Birbirlerine güç gösterisi yapacaklar ya, sırasıyla taşı çıkarmaya çalıştılar ama onlar da başaramadı. O sırada taşın gömülü olduğu toprak hareketlenmeye başladı. Sanki altında bir şey vardı. Heyecanla birbirimize baktık. Üçümüzün de aklına aynı şey geliyordu: Acaba bir define mi vardı? Elimizle toprağı eşelemeye başladık ama çok gariptir ki sanki bir kayayı kazıyormuş gibi hiçbir ilerleme kaydedemiyorduk. Başka bir taşla vurduk, sopayla denedik ama nafile. O sırada etrafı kötü bir koku sardı, böyle ölü bir hayvan kokusu gibiydi. İyice midem bulanmaya başlayınca çocuklardan müsaade isteyip biraz uzaklaştım ve istifra ettim. Rahatlayıp başımı kaldırdığım anda karşımda o gece evimin önünde gördüğüm keçiyi gördüm. Bu sefer daha yakındık birbirimize. Gözleri olduğunu anladığım kırmızı parlayan bir çift ışık vardı. Bu sefer gerçekten karşımdaydı. Çocuklara seslendim gelmeleri için ama cevap vermediler. Sonra tekrar seslendim, yine yok. Aynı hisler yeniden beynime yerleşti. Aniden arkamı döndüm ve çocukların yanına koştum ama onlar da yoktu. Soğuk terler atıyor, nefesim daralıyordu. “Şaka yapmayın lan! Ne olur çıkın ortaya! Çok korkuyorum! Tamam, istediğiniz kadar dalga geçebilirsiniz ama bana bunu yapmayın!” dedim. Acıklı sesim saniyeler sonra ağlamaklı olarak evrildi. Hem ağlıyor hem bağırıyordum. Sonra dikkatimi o taş çekti. Yere eğilip taşı incelerken elimi attığım gibi yerinden çıkıverdi. Çıktığı anda taşın altından bir sürü akrep etrafa dağıldı. Taşı yere fırlatıp kendimi geri attım. O açıklıktan çıkıp yola kadar koştum. Koku hala burnumdaydı.

Yola çıkar çıkmaz Kadir’in sesini duydum. “İmdat! Yardım edin!” diye bağırıyordu. Kendi derdimi unutup ona gittim. Sesin geldiği yere doğru koştum ama ben ne kadar yaklaşsam da ona ulaşamıyordum. Bu sefer ona ulaşmıştım. Büyük bir sis kaplamıştı etrafını. Yerde kazmalar ve kürekler vardı. Sisin içinden yürüyüp yanına gittim ki ne göreyim? Kazılmış boş bir mezar ve içinde yanmış kefeniyle yatan Kadir! Gözlerim sonuna kadar açılmış şekilde onu izlerken birden gözlerini açtı. Tıpkı o keçi gibi kıpkırmızı gözleri vardı. Sonra yavaşça gülümseyince dişlerinin olmadığını gördüm. O anın korkusuyla bir de arkamdan birisi dokununca büyük bir çığlık attım. Şükür ki kendime gelmiştim ama hiç tahmin edemeyeceğim bir yerdeydim. Kahvede tek başımaydım. Başımı masaya koyup uyuya kalmışım. Çayım yarım duruyor, çocuklar da yoktu. Kafamı kaldırıp etrafıma baktım, her şey normaldi ama kan ter içinde kalmıştım. O sırada kapı açıldı, o yaşlı adam içeri girdi. Arkadaşlarımın yanına gitmeyip benim yanıma geldi, selam verdi, oturdu. O hikayenin yalan olduğunu söyledi ve gitti. Ama bu sefer bana bakarak aralarında konuşmuyorlardı. Rüyamda yaşadıklarımın aynısını tekrar yaşamıştım. Gerisini de yaşamamak için kalktım ve kahveden çıktım.

Eve doğru yürürken telefonum çaldı. Arayanın Kadir olduğunu bildiğim için cebimden bile çıkarmadım. Bir süre sonra onları karşıdan gelirken gördüm. Hem korku hem telaş hem de telefonu açmamanın verdiği mahcubiyetle yanlarına gittim. Melih beni görür görmez, “Ne oldu oğlum sana? Şeklin şimalin kaymış? Güneş mi çarptı bugün, ne oldu?” dedi. Kadir de gülerek, “Yok yok, kesin o cini ve cini gömen Ali’yi gördü, o yüzden bu halde,” dedi. O kafayla yaptığı şakayı kaldıramadım ve “Defol git Kadir!” kelimesinin argo olanını sertçe söyleyerek yanlarından uzaklaştım. Arkamdan, “Ne oldu şimdi yani? Çocuk gibisin yemin ederim,” deseler de aldırış etmeden yürümeye devam ettim. Eve girip odama geçtim. Sinirim tepemdeydi. O şakaları kaldıramıyordum artık. Bir kaşık suda boğasım geliyordu Kadir’i. O sinirle yatağıma geçtim. İçimden Kadir’e beddualar edesim geliyordu. O mimikleri, aşağılayıcı bakışlarını gördükçe kendimden geçiyordum. Sabaha kadar sinir stresten uyuyamadım. Sonra bir ara içim geçmiş. Sabah babamın kaldırmasıyla hiç kalkmak istemesem de kalktım. Tarlaya gittiğimde kendi tarlalarında çalışıyorlardı. İkisini de göresim yoktu. Yaşadıklarım psikolojimi bozmuştu. Yemek arası olunca yanıma geldiler. Melih üzgün duruyordu. “Çok üstüne geldik kardeşim, kusura bakma,” dedi. Kadir de, “Böyle çocukluk yaparsa daha da gideriz üstüne. Hem sen niye özür diliyorsun ki bu saftan,” deyince ayağa kalkıp o sinirle Kadir’e sert bir yumruk attım. Yere düşüp kalkması bir oldu ve birbirimize girdik. Melih ayırmak yerine bizi izliyordu. Birbirimize daha fazla zarar vermeden ailelerimiz geldi ve ayırdılar. Sonra bir ton nasihat dinledik. İşte, “Siz kardeşsiniz, birlikte büyüdünüz, size yakışıyor mu?” falan dediler. Ayrılırken, “Bir daha böyle konuşursan daha kötü olur,” dedim Kadir’e. “Nasıl istersen öyle olsun, senden korkan senin gibi olsun,” dedi ve uzaklaştı.

O sinirle eve gittim. Odamda ne var ne yok hepsini dağıttım. Sinirim bir türlü geçmiyordu. Biraz sakinleşince odamı tekrar topladım ve dışarı çıktım. Boş boş yürürken Melih’le karşılaştım. Görmezlikten geldim ama yanıma gelip kolumdan tutunca mecbur ona döndüm. “Bak Uğur, aranızın böyle olmasını istemem. Biz çocukluk arkadaşıyız. Hadi gidelim de barışın. Hem ben arada kalıyorum. Lütfen bana bunu yapmayın,” dedi. Sakince bir köşeye çektim ve derdimi anlattım. Bu muameleyi görmek istemediğimi, o adamın anlattıklarını kafama çok taktığımı ve dün gece kahvedeyken gördüğüm rüyanın gerçekliğini anlattım. O sırada telefonu çaldı. “Babam çağırıyor, akşam konuşuruz,’ dedi ve hızla uzaklaştı. Ben de tekrar eve dönüp oyalanıp vakit geçirdim. Akşam yemeğinde zaten beni sevmeyen babam, “Bizi köye rezil ettin,” gibi şeyler söyleyerek sinir katsayımı arttırıyordu. Yemeğimi yarım bırakıp masadan kalktım. Babam arkamdan, “Elimde kalacaksın! Böyle davranarak bir yere varamazsın!” gibi şeyler söylüyordu. Odama gidince telefonum çaldı. Melih, “Dışarıda bekliyorum,” dedi. Ben de, “Bak Kadir yanındaysa ve bizi barıştırmak istiyorsa hiç uğraşma, gelmem,” dedim. “Yok, Kadir yanımda değil, yemin ederim,” dedi. Üstümü giyip babamın bağırışlarını kulağımı kapatarak dışarı çıktım.

Tenha bir yere gittik ve rüyamda gördüklerimi tekrar anlatmamı istedi. Detaylıca anlattıktan sonra, “Nerede olduğunu hatırlayabilir misin peki?” dedi. “Az buçuk hatırlıyorum tabii, gerçekten öyle bir yer varsa,” dedim. “E hadi o zaman gidelim,” dedi. Aynı korkuyu tekrar yaşamak istemiyordum ama büyük ısrarlar ardından oraya doğru yürümeye başladık. Gerçekten de rüyamda yürüdüğüm yollardan yürüyor, aynı çalılık seslerini duyuyordum. Burnuma o ölü hayvan kokusu gelince oraya geldiğimizi anladım ama Melih kokuyu almıyor gibiydi. Aklımda canlandırarak o taşın bulunduğu yere kadar geldim ama ortalıkta taş yoktu. “Benim rüyam buraya kadarmış,” dedim. Ardından o koku çoğaldı ve benim yine kusasım geldi. Bu sefer çok uzaklaşmadan etrafımı kollayarak istifra ettim. O keçiyi görmemek için dualar ediyordum resmen. Geri Melih’e doğru yürürken Kadir’in sesi kulağıma geldi. O an Melih’le göz göze geldik. Bu sefer aynı duyguları taşıyor ve Kadir’in sesini beraber duyuyorduk. “Nereden geliyor o ses?” dedi Melih tedirginlikle. “Ben nereden geldiğini biliyorum, mezarlığın içinden geliyor,” dedim. O an çok kısa bir şekilde düşündüm ve her şeyi ispatlamak için mezarlığa gitmeye karar verdim. Melih’in kolundan tuttum ama titriyordu, hatta ağlıyordu da. “Çok korkuyorum Uğur, lütfen gitmeyelim,” dedi. “Gel bir şey olmaz, sana her şeyi ispatlayacağım. Benim hissettiklerimi siz de hissedeceksiniz,” dedim ve resmen sürükleyerek mezarlığın içine, Kadir’in sesinin geldiği yere götürdüm. Yine bir sis bulutu vardı. Melih’in kolunu bıraktım. Çaresizce, “Yapma, gidelim buradan,” falan dese de kararlıydım. O boş mezar gerçekten de oradaydı ama içinde kimse yoktu. Kadir’in de sesi kesilmişti. “Bak gördün mü, kimse yok. Hadi şimdi gidelim,” dedi. “Tamam ama bu boş mezarı, etrafında sis bulutunu, o pis kokuyu, Kadir’in sesini duyduğumuzu unutmayacaksın. Ne olursa olsun arkamda duracaksın,” dedim. “Tamam, söz veriyorum. Yeter ki gidelim buradan,” dedi.

Yavaşça mezarın yanından ayrılırken arkamdan sırtıma bir taş geldi. Bu sefer nefesimi kesti o taş. Arkamı dönmeye fırsatım olmadan seri şekilde onlarca taş kafama geldi. Yere düştüğümde etrafımda kimse yoktu. Kafamdan akan kanı hissedebiliyordum. Sesimin çıktığı kadar Melih’e seslendim. O yoktu, kimse yoktu. Gözlerim yavaşça kararırken sürüklendiğimi hissettim ve bir çuval gibi sırtüstü bir çukura atıldım. Gözlerimi hafifçe açınca büyük bir ışık gözlerimi aldı. Felç olmuş gibi ellerimi kullanamıyordum. Suratımda gezen böcekleri hissedebiliyordum. Çaresiz kalmıştım. O mezarın içine düştüğümü anlamıştım. Ağlayamıyordum bile. Sırtıma değen buz gibi toprağın etkisi beni bambaşka yerlere sürüklüyordu. İçimden dua bile edecek halim yoktu. Allah bile diyemiyordum. Suratımda gezen böcekler, sağımdan ve solumdan gelen fısıltılar, burnumu dolduran o pis koku beni ölmekten beter ediyordu. En çok da elimden bir şey gelmemesi koyuyordu. Annem geldi aklıma, babam geldi. Keşke biraz daha iyi anlaşabilseydik, keşke beni öz evlatları gibi görüp bağırlarına basabilselerdi. Sessizlik ve karanlık ürperticiydi. Çıkmaz bir durumdaydım. Nefes alamıyormuş gibi hissediyordum adeta. Zaman durmuş gibiydi. İçimde bir yerlerde Kadir’in çığlıkları ve sesi hala yankılanıyordu. Bir süre sonra gözlerimi tekrar kapattım. Belki de gerçekten ölmüştüm ve bu bir kabir azabıydı. Ama sonu gelmedi. Zaman geçtikçe etrafımı saran karanlıkta bir değişiklik olmadı. Bu sessizlik ve karanlık beni deli ediyordu. Uzun zaman geçtiği hissine kapıldım, ne kadar geçtiğini bilmiyordum. Tekrar gözlerimi açtım. Bu sefer daha fazla görebiliyordum. Gökyüzünde solgun bir ay ve ayı gizleyen ağaçların kalın dalları vardı. İçinde olduğum mezarın üst tarafında karanlık bir gölge fark ettim. Belki de Melih yardım etmek için geri gelmişti. Kafamı kaldırıp yardım dilemek istedim ama ne kafamı kaldırabiliyordum ne de sesim çıkıyordu. Ardından bir tutam, ardından bir kürek toprak… Resmen beni canlı canlı gömüyorlardı. Artık tamamen karanlığa bürünmüştüm ve Son nefesimi almaya çalışıyordum. Kalan oksijeni son kez çekerken ağzıma giren topraklarla beraber uyandım.

Bu sefer odamda, yatağımdaydım. Babam hala anneme, “Yemeğini yemeden kalkıp gidiyor! Bak bu saygı sınırlarını aşar, bizim örf ve adetlerimize karşı geliyor! Elimde kalacak bir gün!” falan diyor. Benim için zamanın çok geçmediğini bu şekilde anladım. Kafamı kaldırır kaldırmaz üstümden toprak parçaları döküldü yatağımın üstüne. Ardından ağzımda biriken toprakları tükürdüm. Hemen yatağımdan kalktım ve bağırarak mutfağa gittim. Üstümü başımı gören annem şaşkınlıkla, “Ne oldu oğlum sana?” dedi. Yere çöktüm, babamın ayaklarına kapandım ve ağlayarak her şeyi anlattım. Artık ne içimde tutacak ne yaşayacak gücüm vardı. Dakikalarca ağladım. Babamın inanası gelmedi ama annem hemen arayış içine girdi. Bu vesileyle benimle de ilgilenmiş oluyordu. Annem birkaç telefon görüşmesi yaptı. Sonra banyoya girmemi ve iyice temizlenmemi söyledi. Ben yıkanana kadar kapının önünde bekleyip arada ses vererek korkmamı engelledi. Hem iliklerime kadar korkuyor hem de annemle ilk defa böyle bir duygu yaşadığım için huzur doluyordum ama korkum hala daha ağır basıyordu tabii. İyice temizlenip üstümü giyindim ve banyodan çıktım. Annem beni karşısına oturtup bir süre Kur’an okudu. Nedense dinlemek istemiyordum. Melih’i ve Kadir’i de merak ediyordum. Acaba onlar nasıllar diye. Çünkü bir rüya olduğunu öğrenmiştim artık ama üstüme yapışan topraklar ve tükürdüğüm toprakların bir açıklamasını bulamıyordum. Rüya değilse daha da korkutucu. Sabaha kadar uyuyamadım. Annem de başımda bekledi. İlk defa annemle bu kadar yakınlaşmıştım. Anne sevgisini o zaman anlamıştım. Sabah ezanı okununca namaz kıldırdı bana. Hiç istemiyordum kılmayı ama kılınca içimi bir huzur kapladı. Babam da uyanmıştı. Rica minnet arabaya bindik ve köyden ayrıldık. Hocaya gittiğimizi söyledi annem. Yaklaşık yarım saat sonra bir evin önünde durduk. Annem üstünü başını düzenledi ve arabadan inip kapıyı çaldı. Bir adam açtı kapıyı. Bir süre konuştuktan sonra annem bana seslendi ve babamın, “Böyle saçmalıklara niye inanırsınız ki?” serzenişleri arasında arabadan inip yanlarına gittim. Birlikte eve girdik. Daha adımımı atar atmaz başım döndü. Tam düşecekken hoca kolumdan tuttu. Bir odaya geçtik. Bir bardak su getirdi. Suyu içince başımın dönmesi ve üstümdeki ağırlık azaldı. Sonra annemi dışarı çıkarttı ve bana baştan sona her şeyi en küçük detayıyla anlatmamı istedi. Kendime hakim olamadım, ağladım. “Ağlama çocuk, çözeceğiz her şeyi,” dedi. Malzemelerini ayarlamaya başladı hoca.

Malzemelerini özenle ayarladıktan sonra bir an büyük bir sessizlik hakim oldu odada. Odanın içinde sadece hocanın fısıldadığı duaların sesi duyuluyordu. Bense korku ve merak içinde her şeyi izliyordum. Gözlerim hocanın üzerindeydi. Hoca özel bir tütsü yakıp etrafı dumanla doldurdu. Tütsünün yoğun kokusu odayı sardı ve duman hafifçe yayıldı. Ardından duvarlara ve kapıya tuhaf semboller ve yazılar yazmaya başladı. Yazılar eski ve bilinmeyen bir dildeydi; benim hiçbir şekilde tanıyamadığım harfler ve sembollerle doluydu. Hoca bu sembollerin ve yazıların ne anlama geldiğini bana anlatmaya başladı. “Bu semboller ve yazılar kötü ruhları ve negatif enerjileri uzaklaştırmak için kullanılır. Dualarımızı bu sembollerin gücüyle birleştireceğiz,” dedi. Dumanı odanın her köşesine yayıldı ve sanki odayı bir koruyucu kalkanla çevrelemişti. Ardından sağ elimi tuttu ve avuç içime bir şeyler yazıp çizdi. Bir kağıda adımı, doğum tarihimi ve annemin adını yazdı. Kağıdın arkasına da bir şeyler yazdıktan sonra mumun ateşine tuttu ve önümde duran kasenin içine attı. Yandıkça benim gözlerim kararıyordu. Kül olduğunu göremeden kendimden geçmişim. İnanın ne olduğunu hatırlamıyorum. Sadece kendime geldiğimde yeniden doğmuş gibi hissettiğimi hatırlıyorum.

Gözlerimi açtığımda hocanın eli alnımdaydı. Nefes nefese kaldığını görebiliyordum. Alnının damarları belirginleşmiş, terler akıyordu. Hoca yazdığı semboller ve dualarla işlemleri bitirdiğinde yorgun bir şekilde geri çekildi ve sandalyeye oturdu. Bense hala odanın içindeki dumanın etkisiyle gözlerimi ovuşturuyor, bir yandan da hocanın ne yapacağını ve ne olacağını düşünüyordum. Hiç konuşmadım, sadece hocanın bir şeyler söylemesini bekledim. Hoca soluklanıp dinlendikten sonra sandalyesini karşıma getirdi. Meraklı gözlerle hocaya bakarken besmele çekerek konuşmaya başladı:

“Bak çocuk, bir arkadaşın senin iyiliğini istemiyor ve diğer insanlarla, özellikle diğer arkadaşınla aranı bozmaya çalışıyor. Onun kim olduğunu söyleyemem ama hal ve hareketlerinden anlamışsındır zaten. Aranızı bozmak için bir büyü gömülmüş. Sana rüyanda gösterilen yer büyünün gömüldüğü yer. Bir dostum gidip onu çıkarttı ve tesirini öldürdü. Artık öyle rüyalar görmeyeceksin. O keçi de sana bir şey olması için fırsat kollayan, anlaşılmış ifritmiş. Ben üstündeki tüm negatif enerjiyi temizledim. Şimdi daha iyisin. Sana koruyucu dualar da vereceğim. Gece yatmadan okuyacaksın. Şimdi senden bir şey isteyeceğim. Bir hafta boyunca benim yanımda kalacaksın. Ben senin her şeyini karşılayacağım,” dedi.

Duyduklarımın şaşkınlığı, üzüntüsü ve korkusuyla gözlerimi hocadan kaçırdım. Bunu bana nasıl yapabilirlerdi? Ne istediler benden? Üç kişi de gayet iyi anlaşıyorduk. Kimin yaptığını biliyordum ve döner dönmez ona dersini verecektim. Hocanın anlattıkları yaşadığım olayın gerçek olduğunu doğruluyordu. Yalnız hoca bir hafta boyunca kalmamı istemişti. Onun bana yaptığı iyiliğin karşılığını istiyordu. Geri çevirmek yakışmazdı. O yüzden her şeyi kenara bırakıp kalmayı kabul ettim. Kapıyı açıp annemi içeri aldı. Sonra bana dönüp, “İstersen annene anlat, istersen anlatma, sende kalsın. Ama bana kalırsa annen hariç kimseye anlatma, babana bile,” dedi. Annemle sarıldık, sıkı sıkı sardım onu. Doğduğumdan beri hasret kaldığım kokusunu içime çektim. Başımı okşadı annem. Bu duyguyu ömür boyu unutmam artık. Anneme bir hafta kalacağımı söylediğimde memnuniyetle kabul etti. Gidip bana kıyafet getirdiler ve gittiler.

Bir hafta boyunca hocayla namazlar kıldık, sohbetler ettik. O yazdığı ve çizdiği tılsımlı şeylerin amacını öğretti bana. Bilmediğim ve çoğu kişinin öğretemeyeceği bilgilerdi. Hayatımda onun gibi birisi gelmedi. Kendimi dışarıdan izlemek isterdim veya benim gibi şeyler yaşayan insanların tecrübelerini ve yaşantılarını dinlemek isterdim. Normalde iki üç günde bir gelirlerdi ama benim şansıma kimse gelmedi işte. Bir haftanın sonunda tamamen farklı birisi olarak çıktım o evden. Elini öpüp helallik aldım ve arabaya binip evimize gittik.

İlk duyduğumda öldürmek vardı aklımda ama hocanın sayesinde tüm kötü hislerim yok olmuştu zaten. Hem Kadir hem de Melih ailesiyle birlikte apar topar taşınmışlar köyden. İşte o zaman başıma dank etti. Eğer hoca beni ilk açıkladığı gün o şekilde gönderseydi, köye gelince olay çıkacaktı, belki de kan akacaktı. Ama hoca bunları öngördüğü için beni göndermedi. Gerçekten her alanda daha iyi bir insan oldum. Bana fiziken bir zarar veremediler. Gerisini de hoca sayesinde hallettim. Bir daha o rüyaları görmedim. O yaşlı adamın anlattıkları gerçek mi yalan mı hala bilmiyorum. Annemle de aramız daha iyi. Bu iyilik babama da yansıyor ve aramızdaki buzlar yavaş yavaş eriyor. Kadir ve Melih’i bir daha görmedim, isimlerini bile duymadım. Hangisinin yaptığını tahmin edebiliyorum, hatta eminim ama günahlarını almamak için kesin konuşmuyorum.

İlginizi Çekebilir:Hüddamın Sırları | Korku Hikayesi
share Paylaş facebook pinterest whatsapp x print

Benzer İçerikler

The Tenth Sacrifice | True Horror Story
Onuncu Kurban | Gerçek Korku Hikayesi
Haunted Villa Construction | A True Horror Story
Musallatlı Villa İnşaatı | Gerçek Korku Hikayesi
The Sarcophagus Curse | True Horror Story
Lahdin Laneti | Gerçek Korku Hikayesi
The Mansion's Curse | True Horror Stories
Konağın Laneti | Gerçek Korku Hikayeleri
The Haunting Across Generations | A True Horror Story
Nesiller Boyu Süren Musallat | Gerçek Korku Hikayesi
Robed Nightmares | A True Horror Story
Cübbeli Kabuslar | Gerçek Korku Hikayesi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Paranormal Dergi | © 2025 |