Cübbeli Kabuslar | Gerçek Korku Hikayesi

Gerçek Korku Hikayesi | Sakaryalı iş adamı, ailesinin lanetli servetinin bedelini kabuslarla öder. Babasının bulduğu define ve cübbeli varlıkların sırrını çözmeye çalışır. İşte o dehşet dolu hikaye.

Ben neredeyse hayatı boyunca Sakarya’da yaşamış, geçmişte çok büyük, bugünlerde ise küçük çaplı bir iş adamıyım. Ufak bir kereste fabrikası işletmecisiyim. Gerçek adımı ve şirket adını kullanmak istemiyorum. Sakarya küçük yer, burada bizim kereste fabrikasını bilmeyen yoktur.

Büyük bir aileden geliyorum. Yedi kardeştik: İki abim ve dört ablam vardı. Artık bir abim kaldı. Ablalarım sağ ve bir sıkıntıları yok çünkü onlar babamdan kalan paraya dokunmadılar. Ben 44 yaşındayım ve kardeşlerin açık ara en küçüğüyüm, benden bir öncekiyle aramda 10 yaş var. Bizim İstanbul dahil birçok ilde inşaatlarımız, kereste fabrikalarımız vardı. Çok geniş iş ağlarına sahiptik. Sayıca küçük ama büyük bir aileydik, güçlüydük, çok güçlü. Bugün neredeyse geriye sadece Sakarya’da ufak bir fabrika kaldı. Bazen iyi ki de öyle olmuş diyorum. İyi ki de öyle olmuş.

Babam iyi adamdı. Sakarya’da çok tanınır, çok sevilirdi. Bildiğimiz kadarıyla kimseye bir yanlışı olmamış, saygıdeğer, yardımsever bir insandı. Buranın insanı babamı çok yakından bilir, onu her zaman saygıyla anarlardı. Annemi ise anlatmak zor. O da iyiydi genel olarak ama zaman zaman krizleri, atakları olurdu. Ben çocukken herkes evden çıkar, bir tek annemle biz kalırdık. Ben çok küçüktüm ama hatırlıyorum, unutmak mümkün değil. Herkes evden çıktığında annem, eve biri gelene kadar “Allah’ım, Allah’ım!” diye çığlıklar atardı. Geldiklerinde ise bütün akşam odasına çekilir ya da hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ederdi. Bense bazen ağlar, bazen ne yapacağımı bilemezdim. Çok korkardım. Kısa süre sonra anneme Alzheimer teşhisi kondu. Zaten ondan sonra da zorlu geçen birkaç yılın ardından vefat etti. Detaylara çok girmek istemiyorum, bu hastalığı bilenler bilir.

Bizimkisi lanetli bir aile. Zengin ama belki de tam olarak bu para yüzünden lanetlenmiş bir aile. Ne zaman babam öldü, paranın yönetimi abilerime geçti, o zamandan beri bu ailede kimsenin yüzü bir an olsun gülmedi. Küçük olan abimle aramda 12 yaş vardı, yani benim herhangi bir söz hakkım yoktu, çocuktum. Abilerim ise ikisi de birbirinden sorumsuz, sadece para yiyen, fabrikaları işletemeyen, inşaatlarda milleti borca sokan, akıl sağlığı da pek yerinde olmayan kişilerdi. Ta ki o güne kadar…

Ben 16 yaşındaydım. Abilerimin ikisi de evli, ikisinin de ikişer çocuğu vardı. Görünürde mutlu yuvaları olan iki abimden büyük olan aslında hiç de mutlu değildi. Evli olmasına rağmen pavyonda para yemekten işlettiği fabrikayı batırmış, küçük abimin işlettiği fabrikaya gelmişti ve burada küçük abime asla rahat vermiyor, sanki burası da kendi fabrikasıymış gibi davranıyordu. Bununla yetmedi, söylemesi zor ama büyük abim küçük abimin karısına, hatta tüm ailesine sahip olmak istiyordu. Büyük abimin küçük abimin ailesini kıskandığını anlamamak için ya kör ya geri zekalı olmanız lazımdı. Fakat küçük abim büyük abime bir şey diyemiyor, karısını defalarca uyarmasına rağmen abisine pislik sürdürmek istemiyordu. Büyük abim bir gün küçük abimin evinin bahçesine sarhoş gelmiş, oradan küçük abimin karısına ne dediği anlaşılmayan şeyler söylemişti. Sonra da orada sızmıştı. Olayın boyutlarını siz düşünün.

Sonunda küçük abimin de gözleri açıldı ve büyük abimden uzaklaşmaya başladı. Büyük abimin vazgeçmeye niyeti yoktu. Büyük abim sürekli içip içip küçük abimi arıyor, telefonda ana avrat küfürleşip kavga ediyorlardı. Bu birkaç ay böyle sürdü. Sonunda bir gün, hiçbirimizin unutamayacağı o gün, büyük abim küçük abimi aradı. Bugün ne konuştuklarını hala bilen yok fakat konuşmanın sonunda küçük abim hiç kimseye hiçbir şey demeden evden çıktı. Çıktığında saat 9-10 civarıydı. Gece 4 gibi geldiğini hatırlıyorum. Yine kimseye bir şey demeden odasına çıktı, zaten herkes uyumuştu.

Sonraki gün, her gün yaptığım gibi öğlene doğru fabrikaya gittim. İşçiler -işçiler dediysem yıllardır bizimle çalışan, tanıdığımız bildiğimiz insanlar- bahçede oturuyor, sigara içiyorlardı. “Ne yapıyorsunuz, neden iş başında değilsiniz?” diye sordum. Sonuçta ben de küçük patrondum, bana böyle diyorlardı. “Kapı kilitli,” dediler. Bu çok garipti. Daha da garip olan, büyük abimin arabasının kapıda park halinde olmasıydı. Yani büyük abim içeride olmalıydı. Garipsedim ama büyük abim sürekli alkol aldığından pek de uzatmadım. Anahtarıma yeltendim ve kapıyı açtım. Açar açmazsa o manzarayla karşılaştım. Öyle bir manzaraydı ki benim değil, işçilerin bile hayatları boyunca akıllarından atabileceklerini zannetmiyorum.

Girişte ufak ikili bir koltuğumuz vardı, ara ara o koltukta kestirirdi. Büyük abim o koltukta dik bir vaziyette oturuyordu. Hepimizin gördüğü ilk şey aynıydı: Kanlar içindeki kafatası değil, elindeki tabanca değil, suratındaki dev gülümseme! Evet, abim kendisini vurmuş gibi gözüküyordu ve suratında, o ölü suratında kocaman bir gülümseme vardı. Eğer işçiler de görmemiş olsa, ben hayal görüyorum derdim ama hepimiz gördük. Gözleri kocaman açık, ağzı ise 32 diş gülümsüyordu. Neler hissettiğimi kelimelerle ifade edebilmem mümkün değil; korku, şok ve hepsinden çok dehşet.

Hemen ambulansı aradık. Abimin kurtarılacak bir durumu yoktu fakat bizim de arayacak başka numaramız yoktu. Önce ambulans geldi, sonra polis. O cehennem gibi günde küçük abim ortalarda yoktu. Polis hepimizle tek tek konuştu. Olay intihar gibi gözüküyordu fakat küçük abim neredeydi? Dün gece telefonda ne konuşmuşlardı? Neden eve o kadar geç gelmişti? Neden hiç âdeti olmayan bir şekilde bugün fabrikaya gelmemişti? İnanın, bu soruların cevabını bugün bile abimden hala alamadım. Büyük abim intihar mı etmişti? Yoksa artık onun saygısızlıklarına dayanamayan küçük abimin canına mı yetmişti? Hala bilmiyoruz. Biz muallakta olsak da olay adliyede intihar olarak geçti ve küçük abim, ifadesi alındıktan sonra hepimiz gibi serbest bırakıldı.

O günden sonra da benimle neredeyse hiç konuşmadı. Şimdilerde emekli ve o büyük fabrikayı kapattıktan sonra açtığımız daha ufak bu fabrikayı ben işletiyorum. O ise hiçbir şeye karışmıyor, buradan tek kuruş almıyor. Aileden ve ailenin parasından uzaklaştı, aynen ablalarımın en başta yaptıkları gibi. Bunu neden yaptığını anlamam, her şey bana kaldıktan sonra hemen diyebileceğim kadar hızlı oldu.

Fabrikanın yönetimini devraldığım ilk hafta bazı rüyalar görmeye başladım. Aslında neredeyse hep aynı diyebileceğim kadar aynı rüyalardı. Rüyamda bizim fabrikadaydım; şimdiki ufak yeni fabrika değil, ilk fabrika, ta babamın zamanında olan ilk fabrikaydı. Abimin kendini öldürdüğü fabrikada tek başımayım. Tüm makineler durmuş, kesici bir soğuk var. Fabrikanın kapısından sırayla dört kişi giriyor. Baştan aşağı simsiyahlar. Zaten karanlık olan fabrikada etrafımı sarıyorlar. Yüzlerini göremiyorum, kafalarında siyah cübbeler var. Hep bir ağızdan sadece tek bir şey söylüyorlar: “Borcunu öde!”

İlk başlarda kabus dedim, geçiştirdim, ciddiye almadım. Fakat bunun tekrarlanma sıklığı günden güne arttı. Bu rüyaları haftada bir, ayda bir görürken zamanla her gün, evet her gün görmeye başlamıştım. Aynı rüya: fabrikadayım, yapayalnızım, bir anda kapılar açılıyor ve içeriye bu dört cübbeli adam giriyor, etrafımı sarıyorlar ve borcumu ödememi söylüyorlar. Delirmeye başladım. “Ne borcu?” Korkuyla uyanıyordum. Her gece aynı kabusu görüp her sabah böyle uyandığınızı hayal edin. Her gece, “Bu neyin borcu?” Artık uyuyamaz olmuştum. Geceleri uyumaktan korkar olmuştum.

“Ne borcu?” Fabrikanın borçları sandım. Çağırdım muhasebeciyi, “Çıkar,” dedim, “tüm borçları, alacak verecekleri.” Çıkardı. Kimseye borcumuz yoktu. Yani işletmelerin hep borcu olur fakat vakti gelen, geçen, hatta yaklaşmış olan bile bir borç yoktu. Ama rüyalarım durmadı. Birkaç gün sonra fabrikayı zarara sokmak pahasına vakti gelmeyen borçları da ödedim. Hepsini erken ödeme yaptım, bir kuruş da eksik vermedim. Ama yok, yok, rüyalar durmuyordu! Fabrikadayım, yalnız başıma, içeri dört tane cübbeli adam giriyor ve hep bir ağızdan defalarca ama defalarca tek bir şey söylüyorlar: “Borcunu öde!”

Artık rüyalarımda korkmamaya, hatta sinirlenmeye başladım. “Ne borcu?” diye bağırıyordum onlara. “Ödedim! Daha vakti gelmeyen borçlarımı bile ödedim!” diye bağırıyordum. “Benim borcum yok!” diye bağırıyordum. Gerçekten de hiçbir borcum yoktu. Ne fabrikanın ne kişisel olarak benim kimseye borcumuz yoktu. Ama rüyalarım asla durmuyordu. Artık gerçekten delirmek üzereydim. 4-5 günde bir istemeye istemeye uyuyakalıyordum. Uykusuz kaldığınızda günleriniz rüya gibi geçiyor ve bu rüya gibi geçen günleri gerçek rüyalardan ayırmakta zorlanıyorsunuz. Bana da böyle oldu. Ne zaman rüyadayım, ne zaman uyanığım ayırt edemez olmuştum.

Her şeyi denedim. Doktora gittim, bir sürü ilaç yazdırdım. Bu ilaçlar beni sadece daha çok uyuttu fakat ben asla uyumak istemiyordum artık. 5 dakika kestirsem bile hep o rüyadaydım. Dilencilere yüklü miktarlarda para vermeye başladım. Buradaki ihtiyaç sahibi ailelere her türlü yardımı yaptım. Evsiz kalmış bir işçime kendi inşaatımızdan sıfır bir ev bile verdim. Ama olmuyordu, rüyalarım durmuyordu. “Deliriyor muyum?” düşüncesi kafamda çok büyük bir alan kaplamaya başladı. Deliriyor muydum? Abilerim de mi bu yüzden delirmişti? Sonum hangi abim gibi olacaktı? Öldürülecek miydim? Bir katil mi olacaktım? Yoksa kendimi mi öldürecektim? Bu borç kimin, neyin borcuysa bir an önce bulmalıydım ve ödemeliydim.

Rüyalarım hala devam ediyordu, asla azalmak, dinmek bilmiyordu. Fabrikaya dört cübbeli adam giriyor ve hep bir ağızdan bana “Borcunu öde!” diyorlardı. Ve ben korku, terör ve öfke içinde uyanıyordum. Bir sabah aklıma geldi: Kimdi bu cübbeliler? Rüyanızda normalde düşünebildiğiniz gibi düşünemiyor, uyandıktan sonra da rüyadaki düşüncelerinizi pek hatırlamıyorsunuz ama “Siz kimsiniz?” demek için çok fazla şansım olacaktı. Ne de olsa her uyuduğumda aynı rüyayı görüyordum. Birkaç seferin sonunda onlara sorabildim. Öfkeyle bağırdım: “Kimsiniz siz?” Cevap vermiyorlardı. Ya öylece duruyor ya da yıllardır tekrarladıkları şeyi tekrarlıyorlardı: “Borcunu öde!”

Fabrikayı batırma noktasına getirdim. Kimseden borç alamıyor, borçla iş yapmıyordum. Borçla iş yapmamak demek, iş hacminizi onda birine düşürmeniz demek. Fakat ben artık borç kelimesini bile duyamaz olmuştum. Ne işçilerin ne muhasebecinin dediklerine kulak asıyordum. Bu süreçte 6 tane muhasebeci değiştirdim, anlayın artık durumu.

Yine aynı rüyadayım. Fabrikada yalnızdım ve yine o dört cübbeli lanet adam geliyor, buz gibi soğukta etrafımı sarıyor ve hep bir ağızdan konuşuyorlardı. “Kimsiniz siz?” dedim, kendimi parçalıyordum artık. Rüyada olsa hissediyorsunuz, rüyada olsa kendinizi… Asla cevap vermeyeceklerinden emin olduğum saniyede sustular. Bir tanesi yavaşça cübbesini indirdi. Hiç rüyanızda başınızdan aşağı kaynar sular döküldüğünü hissettiniz mi? Ben hissettim. Cübbenin altındaki babamdı. Öz babam, yıllar önce ölen babam. Onun ardından bir solundaki cübbesini indirdi. Başımdan dökülen sular her seferinde daha kaynar, daha yakıcı oluyordu. İkinci cübbenin altından büyük abim çıktı; ölen, yani kendisini öldüren büyük abim. Sonra onun solundaki indirdi cübbesini ve onun altından da küçük abim çıktı; 16 yaşından beri görmediğim, konuşmadığım küçük abim. Ve sonra uyandım. Sonuncu cübbenin altındaki kişinin kim olduğu bugün geriye dönüp baktığımda çok bariz olsa da, bu rüyayı daha sayısız kez görecek ve altındaki kişinin kim olduğunu bilmeyecektim. Rüyalarım her şeye rağmen durmuyordu. Evet, ilerleme vardı ama durmuyordu, azalmıyordu.

Belki de bir katildi ama yapabileceğim başka hiçbir şey, arayabileceğim başka hiç kimse yoktu. Küçük abimi aradım. Babamın iş evraklarını tuttuğu, Sakarya’nın biraz dışında kalan bir depomuz vardı. Bu depoyu eski fabrika kapandığından, hatta belki de babam öldüğünden beri hiç kullanmamıştık. Buranın anahtarı ise büyük abimdeydi. Fakat ben bu anahtarın artık küçük abimde olduğunu bir şekilde biliyordum. Önce halini hatırını sordum, neredeyse 20 yıldır görüşmüyorduk. “İyiyim,” dedi ama kastetmediği, geçirdiği ve benimle konuşmak istemediği her cümlesinden, her es verişinden belliydi. Benim de konuşmayı uzatmak gibi bir niyetim yoktu. Ondan deponun anahtarını istedim. “Yarın fabrikaya bırakırım,” dedi ama benim bir gece bekleyecek sabrım kalmamıştı. “Hayır! Adresini ver, gelip alacağım!” dedim. Verdi. Gittim ve anahtarı aldım. Gece geç saat olmasına rağmen o kadar yolu gittim ve anahtarı ondan aldım. Şimdi 2-3 saat daha yol gidecek ve o depoya bakacaktım. Belki eskilerden birine borcumuz vardı. Çağ öncesinden kalmış o yüzlerce evrağı gerekirse defalarca kez didik didik edecek, her kime ne kadar, bir kuruş bile dahi borcumuz kaldıysa hepsini fazlasıyla ödeyecektim.

Anahtarı aldım ve aynen dediğim gibi doğruca depoya gittim. Sabaha karşı depoya vardım. Çocukluğumdan beri buraya gelmemiş, hatta çocukken bile iki üç kez belki tesadüfen gelmiştim. İçeri girdim, ışıklar hala yanıyordu. İçeride sadece raflı kütüphaneler, kütüphanelerde ise sadece mavi evraklar vardı. Çok fazla evrak vardı. Sadece evrakla dolu 100 metrekarelik bir oda düşünün. Hepsine tek tek bakacak, ne borcumuz varsa çıkaracaktım. Hiç vakit kaybetmeden en sol köşeden başladım ve saatlerce her evraktaki her sayfayı, her sayfadaki her satırı dikkatlice inceledim. Kayda değer bir şey yoktu burada, hiçbir şey yoktu. Ortalara doğru artık ümidimi kaybetmeye başladım. Artık çok uykum gelmişti, günlerdir uyumuyordum ve sabah olmak üzereydi. Uyuyakaldım.

Yine aynı rüya. Aynı fabrika, aynı dört cübbeli adam ve aynı cümle: “Borcunu öde!” “Kimsiniz?” diye çıldırdım artık. Rüyamda bas bas bağırıyordum: “Kimsiniz siz?” Yine sol baştan cübbelerini indirmeye başladılar. İlk cübbe babam, ikinci ölen büyük abim, üçüncü görüşmediğim küçük abim. Sıra dördüncüdeydi ve bu kez birden uyanmadım. Uyanmadığımı fark ettiğim saniye hışımla yerimden kalktım ve dördüncünün yakasına yapıştım. “Kimsin sen? Kimsin?” diye bağırdım ona. Yavaşça kollarımdan tuttu, ellerimi yakasından çekti ve yavaşça cübbesini indirdi. Aman Allah’ım! Bu bendim! Dördüncü cübbeli kişi bendim. Donup kaldım, nefesim kesildi, soluk alamıyordum. Rüyamda kendi ölü yüzüme, kendime bakıyordum. Kendim vardım. Babam, abim ve küçük abim, yani diğer cübbeliler artık rüyada yoktu. Tek bir cübbeli vardı, o da bendim. Ölü gözlerle kendime bakıyordum. Bu sefer o benim yakama yapıştı ve yine aynı şeyi söyledi: “Borcunu öde!”

Uyandığımda depodaydım. Evraklar içinde yerde uyuyakalmıştım. Bayıldım mı yoksa uyuyakaldım mı bilmiyorum. Haftada bir uyuyabildiğim için artık ne uyanık olduğum anları, ne uyuduğum anları, ne de uykuya daldığım anları hatırlıyordum. Birkaç saat daha evrakları kontrol etmeye devam ettim ve sonunda aradığımı buldum. Evrakların birinin içinden yere usulca bir not düştü. Yerler kağıtlar, dosyalar içindeydi fakat bu not benim tam önüme, tam bakış açıma düştü. Gözden kaçırmam imkansızdı. Elime aldım fakat okuyamıyordum. Bu not Arapçaydı ve ben Arapça tek bir kelime bile bilmiyordum. Ama bu notun sorunumu çözeceğini biliyordum, belki de böyle inanmaktan başka çarem kalmadığı için. “Bu not benim rüyalarımı bitirecek,” dedim. Çok şükür ki öyle de oldu.

Notu aldım ve burada Arap olduğunu bildiğim bir adama götürdüm. Bu adam arkadaşım falan değildi, birkaç ay önce iş yapmıştık, memnun da kalmıştık. Aklıma ilk o geldi ve hiç vakit kaybetmeden hemen adamın atölyesine doğru yola koyuldum. Gittiğimde adam orada yoktu fakat oğlu oradaydı. Halimi fazla belli etmemeye çalışıyordum ama delirdiğimi anlamış olmalı ki çocuk bayağı irkildi. “Ona bunu çevirebilir misin?” dedim. Çocuk korkuyla, “Abi ben burada doğdum, Arapça bilmiyorum, okuyamıyorum,” dedi. “Baban ne zaman gelir?” diye sordum. “Bilmiyorum abi,” dedi. “Ara,” dedim. Şimdi anlıyorum ki çocuğu bayağı da korkutmuşum, ayıp etmişim. Babasıyla konuşup geldi ve “Abi bir iki saati bulurmuş gelmesi, istersen bekleme,” dedi. “Yok,” dedim, “burada bekliyorum.” Çay, kahve, su, yemek hepsini sırasıyla ikram ettiler. Hiçbirini yemedim, içmedim. Sabırsızlıkla bekliyordum. Saatler, dakikalar, saniyeler geçmek bilmiyordu. 2 dakikada bir saatime bakarak adamı tam 2 saat 45 dakika bekledim.

Sonunda geldi. O, “Abi nasılsın?” demeye kalmadan hemen notu eline tutuşturdum. “Söyle,” dedim, “burada ne yazıyor? Hemen söyle!” dedim. Adam şaştı kaldı haliyle. Deli gibi önce oğlunu korkutup sonra saatlerce dükkanında ne idüğü belirsiz şekilde bacağını titrete titrete bekletip gelir gelmez adamın yakasına yapışmıştım. Adam kağıda şöyle bir baktı. “Abi,” dedi, “sakin ol.” Anladı mı anlamadı mı bilmiyorum ama kağıda şöyle bir baktıktan sonra sanki durumumu anlamış gibi davrandı. “Define haritası bu abi,” dedi. Daha doğrusu tarifi. “Nereyi tarif ediyor?” dedim. Biraz zorlandık ama sonunda tarif edilen yerin bizim ilk fabrika olduğunu anladık. En azından ben anladım. “Definenin cinsi, miktarı ve yeri yazıyor,” dedi. Ufak kelimesine, harfine kadar defalarca çevirtti. Define bizim ilk fabrikanın tam altındaydı ve altın cinsindendi.

“Nereden biliyorsunuz?” diyeceksiniz ama yemin ederim o anda her şeyi anladım. Adama “Tamam,” dedim, teşekkür ettim ve notu da elinden alıp çıktım. Ne yapacağımı çok iyi biliyordum, ne olduğunu da. Bunu ne rüyalarım söyledi bana ne başka biri ama biliyordum. Bu defineyi babam bulmuştu ve biz böyle zengin olmuştuk. Bu definenin laneti önce annemi delirtti, sonra babamı, sonra abimi, sonra küçük abimi aldı. Şimdi ise sıra bendeydi. Bense buna asla izin vermeyecektim. Uykusuz ve delice geçen yıllarım bitmişti artık.

Burada yazan altının bugünkü değeri neyse, hatta eğer daha değerliyse o günkü değerinde bir serveti, her ne olursa olsun burada bildiğim ihtiyaç sahiplerine dağıtacaktım. İşçilerden zor durumda olanlar, geçimini zor geçirenler vardı. Bunlardan bazıları babamın zamanından beri bizimle çalışıyorlardı. Bizim muhasebeciye altının orada yazan değerini söyledim. “Bunu anlayan birini bul, kuruşu kuruşuna ne kadar olduğunu hesaplasın,” dedim. “Tamam,” dedi. Birkaç gün sonra buldu da. İnanır mısınız, ne o birkaç gün ne de sonrasında tek bir rüya görmedim. Sadece o rüyayı değil, hiçbir rüya görmedim. Artık rüya görmüyordum. O günden beri iyi kötü tek bir rüya görmedim.

Hesaplanan miktar, bana kalan mal varlığının yarısından fazlasına denk geliyordu ama önemi yoktu artık. Rüyalarım sona ermişti. Bir kıdım acımadan büyük bir kısmını işçilerime pay ettim. Çoğu işten ayrıldı tabii, önemli değil. Geri kalan kısmını da burada tanıdığım, bildiğim ihtiyaç sahiplerine dağıttım. Babam şerefli, onurlu adamdı ama bu noktaya kendi çabalarıyla gelmemişti ve onu bu noktaya getiren definenin arzu ettiklerini yerine getirmemişti. Abilerim ise zaten zengin büyümüşlerdi, onlar ihtiyaç sahibi olmak ne demek, bunu bile bilmiyorlardı. Abilerim ya da babam bu rüyaları gördü mü bilmiyorum ama gördüklerinden neredeyse eminim. Ben onların yapamadığını yaptım ve borcumu ödedim.

Rakamı bilerek yazmıyorum ama emin olun, normal bir insan için dudak uçuklatıcı. Doğru mu yaptım, yanlış mı yaptım bugün hala bilmiyorum. Fakat o günden beri bir daha hiç rüya görmedim.

İlginizi Çekebilir:Evliliğime Musallat Olan Cinler | Gerçek Korku Hikayesi
share Paylaş facebook pinterest whatsapp x print

Benzer İçerikler

The Call of the Black Shroud | True Horror Story
Siyah Kefenin Çağrısı | Gerçek Korku Hikayesi
The Haunting That Came with EVP | A True Horror Story
EVP ile Gelen Musallat | Gerçek Korku Hikayesi
The Hüddam's Grave | A True Horror Story
Hüddamın Mezarı | Gerçek Korku Hikayesi
What We Experienced in Bursa's Djinn Village | True Horror Story
Bursa’nın Cinli Köyünde Yaşadıklarımız | Gerçek Korku Hikayesi
Hacer's Jinn Wedding | True Horror Story
Hacer’in Cin Düğünü | Gerçek Korku Hikayesi
Jinn Haunting While Trying to Help | A True Horror Story
Yardım Etmek İsterken Musallat Olan Cinler | Gerçek Korku Hikayesi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Paranormal Dergi | © 2025 |