Musallat Muskası | Gerçek Korku Hikayesi
Gerçek Korku Hikayesi: Çocuklukta verilen gizemli bir muskanın tetiklediği kontrol edilemez öfke nöbetleri, doğaüstü varlıkların musallatı ve bir hocanın yardımıyla verilen kurtuluş mücadelesini anlatan tüyler ürpertici bir hikaye.
Merhaba, ben Hasan, 24 yaşındayım. Bundan yaklaşık 9-10 sene önce başımdan geçen bir olayı sizinle paylaşmak istiyorum.
Küçükken çok yaramaz bir çocuktum; hani tabiri caizse ‘fırlama’ denilen türden. Her gün kapımıza şikayete gelirlerdi. Birçok şeyi hayal meyal hatırlıyorum. İlkokul üçüncü sınıftaydım ve çok agresif bir çocuktum. Ceviz kabuğunu doldurmayacak şeylere bile sinirlenip üzerine giderdim.
Her gün okul çıkışında gelen bir amca vardı. Kendisini babamın arkadaşı olarak tanıtmıştı. Yeşil gözlü, beyaz ve kıvırcık saçlı, uzun ak sakallı, elli yaşlarında biriydi. Hep aynı kıyafetleri giyerdi; koyu kahverengi bir paltosu ve yırtık ayakkabıları vardı. Bakımsız biriydi anlayacağınız. Bu amcayı çok ama çok severdim. Her gün okuluma gelir, kantinden simit, poğaça, meyve suyu gibi şeyler alır, beni mutlu ederdi. İsmini hiçbir zaman sormadım, ben ona hep “amca” derdim. Amca da beni çok seviyordu; her geldiğinde uzun siyah saçlarımla oynar, “Sen bir tanesin,” diye severdi. O yanımdayken arkadaşlarım geldiğinde onlara sinirlenir ve kovardı, yalnız kalmak isterdi.
Hiç unutmam, bir gün yanıma geldiğinde, “Sen çok iyi birisin ama hastasın oğlum. Sana yardım etmek istiyorum,” dedi. Şaşkınlıkla, “Ne hastalığı?” diyerek cevap verdim. “Ama sen bilmezsin. Bana güven, ben iyileştireceğim seni,” diyerek elime bir muska verdi. Tabii muska olduğunu şimdi biliyorum, o zamanlar bunun ne olduğunu bilmiyordum. Biraz inceledikten sonra, “Nedir bu?” diye sordum. “Bu seni koruyacak. Kimseye gösterme, yanında sakın ama sakın ayırma,” dedi. Amcayı çok sevdiğim ve güvendiğim için “Tamam,” dedim ve cebime koydum. O muska her zaman pantolonumun cebinde durur, her kıyafet değiştirdiğimde yanıma geri alırdım.
Dördüncü sınıfın sonuna kadar her gün gelir, dua benzeri bir şeyler okur, beni öpüp sarılırdı. Beşinci sınıfa geçtiğimde onu bir daha asla görmedim. Ona o kadar alışmıştım ki yokluğunda bir boşluk hissediyordum. Çocuk aklımla belki görürüm ümidi içinde sokak sokak gezip aradım ama nafile. O gittikten sonra verdiği muskaya eskisi kadar önem vermedim. Birkaç kez yanıma almayı unuttuktan sonra kayboldu.
Beşinci sınıfta bir kıza aşık olmuştum, çocukluk hali tabii. Bir türlü gidip konuşmaya cesaret edemedim, her zaman uzaktan izler dururdum. Öz kardeşim yoktu ama öz kardeşim gibi sevdiğim Oğuzhan vardı. O da benim gibiydi, okulun “bitirim ikilisi” derlerdi bizim için. Hiçbir zaman ayrılmazdık, kavgalara dövüşlere beraber giderdik. Dediğim gibi, bitirim ikiliydik diye kavgamız gürültümüz hiç eksik olmadı. Yeri geldi beraber dayak yedik, yeri geldi iki kişi on kişiye kafa tuttuk.
Altıncı sınıfta kavgacı tavrımızdan dolayı namımız çıkmıştı. O gün aklımdan çıkmayan büyük hata, özellikle benim korkulan biri olmama sebep olmuştu. Okulun karşısındaki bir esnafla basit bir sebepten çıkan tartışma büyümüş ve birkaç kişinin saldırısına uğramıştım. Bir anlık sinir kriziyle eve gidip dedemin tüfeğini almış ve adamın evine gitmiştim. Adam üzerime yürüyünce tüfekle adamı kolundan vurmuşum. Polis karakola götürüp ifademi almaya çalıştı ama hiçbir şey hatırlamıyordum, adeta yaşananlar hafızamdan silinmişti. Yaşımın küçük olması ve karşı tarafın şikayetçi olmaması sebebiyle serbest bırakılmıştım. Dedem ve babaannem gelip nezaretten aldılar. Huyumu bildikleri için üstüme gelmediler, tek kelime dahi etmediler.
Olaydan sonra bir hafta kadar okula gitmedim. Hakkımda “hapishaneye girdi”, “adam öldü” gibi çok şey yayılmış ama adam sadece yaralanmıştı. Bu olaydan üç gün sonra babaannem dayanamadı, ağlayarak beni karşısına aldı. “Ne oldu? Sen neden yaptın oğlum?” dedi. Soğukkanlılıkla, “Ben bir şey yapmadım, onu ben vurmadım,” demiştim. Oysaki ben yapmıştım ama hatırlamıyordum. Bu arada, annem ve babam ben henüz bir yaşındayken vefat etmişler. Beni dedem ve babaannem büyütmüş, o yüzden onlara anne ve baba derim. Çok kahrımı çektiler, hakları çoktur üstümde.
Annem (babaannem), “Oğlum, senin bu sinirli hallerin hayra alamet değil. Seni hocaya götüreceğim,” dedi. Düzce’de bir hoca vardı, oraya gittik. İçerisi doluydu. Uzun bir süre bekledikten sonra sıra bize geldi. Yaşlıca, ak sakallı bir dede içeride oturuyordu. Elini öne doğru uzatarak, “Buyur evladım, gel otur karşıma,” dedi. Çok sahtekar olduğu açıkça belliydi. Saçma sapan hareketler yapıp bir şeyler okudu, beş dakika geçmeden gönderdi. Üstüne üstlük bir de para aldı sahtekar. Oraya gelmemiz hiçbir işe yaramamıştı.
Hayatımıza kaldığımız yerden devam ettik. Okula girdiğimde herkesin gözü benim üzerimdeydi. Bana olan ilgileri nedense artmıştı. Önce biraz çekimser davrandılar ama sonra yanıma geldiler. Okula geri geldiğim ilk gün yine rahat durmayıp Oğuzhan’la okuldan kaçtık. Takıldığımız bir inşaat vardı, altındaki bodrum kata girer sigara içerdik. Yine oraya gittik, uzun uzun dertleştik. Bu sinirim bir gün başımı yakacaktı. Gitmediğimiz doktor kalmadı, antidepresanlar bile fayda etmiyordu. Annemi dinleyip hocaya da gittim ama yok, olmuyordu.
Yedinci sınıfa geçtik. Aşık olduğum kız demiştim ya, hala deli gibi seviyordum. Artık az çok muhabbetimiz de vardı. Bir gün cesaretimi toplayıp sevdiğimi itiraf ettim. Meğer o da beni seviyormuş. Oğuzhan’la okulun popüler çocuklarıydık tabii, yakışıklıydık da. Bütün kızlar bizimle konuşmak için can atıyordu ama benim gözüm Sena’dan başkasını görmüyordu. O sene, önceki senelere göre sakin geçmişti. Kendime hakim olmaya çalışıyordum. Bir gün Müslüm adında bir çocuk sevdiğim kıza (Sena’ya) laf atınca gözüm dönmüştü. Çocuğa öyle bir yumruk atmışım ki başını duvara vurup yere düşmüş. Bayılmış olmasına aldırmadan tekmelemeye devam etmişim. Tıpkı önceden olduğu gibi hiçbir şey hatırlamıyordum. Tek hatırladığım, Sena’nın bana korkmuş gözlerle baktığıydı. Olay sonrası Oğuzhan’la okuldan kaçtık. Bu öfke sıradan bir şey değildi, altında bir sebep vardı ama ne olduğunu anlayamıyordum. O günün akşamında sosyal medya üzerinden Sena ile konuşurken bana neden yaptığımı sordu. “Senin canını yaktığı için,” dedim. “Son zamanlarda çok değiştin, gerek yoktu bu kadar agresif yaklaşmana,” dedi. Konuyu değiştirdim. Çok geçmeden, sekizinci sınıfa geçtiğimizde benden ayrıldı.
Bu geçen sürede kötü alışkanlıklara batıp alkol içmeye başlamıştım. Oğuzhan’la okulda haraç kesip alkol alıyorduk. Bu ortaya çıkınca, “Sizden adam olmayacak,” diyerek okuldan attılar. Sekizinci sınıfta üç okul değiştirdik. Her gittiğimiz okulda Oğuzhan’la beraberdik. Zar zor da olsa artık liseye geçmiştik.
Bir gün yine Oğuzhan’la boş bir arazide alkol içerken yanımıza bir abi geldi. Nur yüzlü, konuşurken etkileyen, sarıklı cübbeli biriydi. Bize birkaç kıssa anlattıktan sonra elimizdeki şişeleri atıp halimizden utanmıştık. Bize bir dernek yöneticisi olduğunu, akşamları sohbetler olduğunu söyleyip davet etti. Ertesi akşam Oğuzhan’la dediği adrese gittik. Çok samimi ve sıcak bir ortam vardı. İnsanlar bize sanki yıllardır tanıyormuş gibi davranıyordu. Akşamki sohbetin konusu Allah’ın bizi nasıl yarattığıydı. Bizi davet eden abi öyle bir anlattı ki Oğuzhan’la ikimiz de yaptıklarımızdan utanmış, gözlerimiz dolu birbirimize bakmıştık. Anlatılanlar resmen kalbimizin içine işliyordu. Gecenin sonunda tövbe edip huzurlu bir şekilde ayrıldık dernekten.
Yolda Oğuzhan’la anlatılanları yorumlayıp yürüyorduk. Henüz birkaç dakika olmuştu ki en son acı bir fren sesi duyduğumu hatırlıyorum. Süratle gelen bir araç çarpmış, metrelerce ileriye fırlamışım. Bilincim kapalı halde ambulansla hastaneye götürülürken ben farklı bir boyutta geziyordum. İlkokulumun bahçesindeydim. O “amca”, bahçenin karşı tarafında bankta oturmuş bana bakıyordu. Koşarak yanına gittim. Tam aramızda 2-3 metre kalmıştı ki öfkeyle ayağa kalktı. Yakından görünce bunun o amca olmadığını anladım; amcanın kılığına girmiş bir iblisti! Çok şaşırdım. Kahverengi gözleri ateş kırmızısına dönmüş, suratındaki damarlar daha da belirgin bir hal almıştı. O korkuyla olduğum yerde kaldım, hareket edemiyordum. Korkunç bir ses tonuyla konuşmaya başladı: “Sözümüzü bozdun! O yabancıların Rabbine inandın! Sen seçtin, öleceksin!” diye bağırarak anlamadığım dilde cümleler kuruyordu. Birden okulun bahçesi alev alev yanmaya başladı. Çıkan duman gökyüzünü karartmış, güneşin önünü kesmişti. Çok kasvetli bir manzara vardı etrafımda. Dumanımsı varlıklar gezinip iğrenç kahkahalar atıyordu. Okul bir anda yerle bir oldu ve olduğum yer kurak bir araziye dönüştü. Çok korkuyordum. “Keşke dua bilseydim,” diye kendime kızıyordum. Şeytan kılığındaki bu varlığın dediği gibi onlardan biri olmuştum; hiç dini eğitim almamış, camiye bile gitmemiştim. Korkuyla gözlerimi kapattım. Sesler ve pis kahkahalar kesilmişti.
Tekrar gözlerimi açtığımda hastane odasında, her yerim alçı içinde uyanmıştım. Üç gün bilincim kapalı kalmışım. Söylediklerine göre bana çarpan araç hiç durmadan uzaklaşmış, en ufak bir delil bile bırakmamıştı. Oğuzhan kazadan kıl payı kurtulmuş, hemen ambulansa haber vermişti. İşte her şey o günden sonra başladı. Artık yalnız değildim, beni izliyorlardı. Birkaç aylık tedavinin ardından taburcu edildim. Onlar her yerdeydi; emirler verip yapmamı bekliyorlardı. İtiraz edersem dayak yiyor, yerde kanlar içinde kalıyordum. Artık dayanacak gücüm kalmamıştı.
Başımdan geçen bütün olayları dernekteki abiye anlattım. Sağ olsun, hastaneye de çok defa ziyarete gelmişti. Olanları öğrenince, “Sende musallat var galiba. Merak etme, seni güvenilir bir yere yönlendireceğim,” demişti. Bu süreçte okulu da bırakmıştım.
Oğuzhan’la beraber abinin tarif ettiği hocanın olduğu köye gittik. Birkaç kişiye sorduktan sonra evini bulmuştuk. Kapısını çaldım. Yol boyunca Oğuzhan’la tek kelime etmedik, ikimiz de korkuyorduk. Kapıyı açan olmayınca bir kez daha çaldım. Bir kadın açtı kapıyı; 45-50 yaşlarında, siyah giyinmiş biriydi. “Buyur evladım,” dedi. “Musa Hoca’nın evi burası mı?” diye sordum. “Evet burası,” diyerek içeriye buyur etti ve kapının yan tarafına geçti. Kapıdan girişte büyük bir bahçe karşıladı bizi, insanların hayalini kurduğu köy evleri gibiydi. Biraz yürüdükten sonra az ileride bahçe işleriyle uğraşan birisi göründü. Kadın, “Siz bekleyin,” diyerek adamın yanına gitti ve bizim geldiğimizi söyledi. Tekrar yanımıza gelerek, “İçeriye girelim, çay ikram edeyim, birazdan gelecek,” dedi.
Eve girip salonda oturmaya başladık. Kadın çaylarımızı getirdi. Henüz bir yudum almıştık ki hoca içeriye geldi. Ayağa kalktığımda, “Otur Hasan, kalkma,” dedi. İlk duyduğumda inanamadım, ismimi söylememiştim ki! Oğuzhan’a baktım, o da şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Tekrar yerimize oturduk. Hoca da karşımıza oturup, “Anlat bakalım evladım,” dedi. En ufak ayrıntısına kadar anlatmaya başladım. Hoca sessiz bir şekilde dinlerken arada susturup sağına ve soluna dönüp görünmeyen bir şeylerle konuşuyordu. Anlatacaklarım bittiğinde lafa girdi: “Evladım, senin o sevdiğin ‘amca’ dediğin adam sana büyük kötülük yapmış. O adamda bana kin besleyen bir tanıdığımmış. Senin muska sandığın şey bir büyünün parçasıymış ve cinlerin seninle bağlantı kurmasını sağlamış. Sen farkında olmadan onların vesveselerine maruz kalmışsın. Agresif olmanın ve kötülükler yapmanın sebebi buymuş. Ne zaman ki Allah’a yakınlaştın, o zaman sana zarar vermeye başladılar. Belki de geçirdiğin trafik kazasının sebebi de onlardı. Anlayacağın, sende bir cin musallatı var. Merak etme, Allah’ın izniyle sana yardımcı olmaya çalışacağım.”
Korkumuz ikiye katlanmıştı, kendi aklım almıyordu. Hoca kadını çağırdı, ismi Melike’ymiş. Sanki kapıdan bizi dinliyormuş gibi seslenmesiyle girmesi bir oldu. Kapı önünde dikilip hocaya baktı. Hoca, “Malzemeleri getirir misin?” diye rica etti. Kafasını olumlu anlamda salladı ve odadan çıktı. Bir süre sonra Melike elinde bir şişe ve bir poşetle geldi. Poşetin içi görünmüyordu. Hoca’ya verdi ve dışarı çıktı. Hoca poşetin içinden derin bir tas, grimsi renkte bir kağıt, kalem, bıçak, soğan ve çok sayıda mum çıkardı. Bizi yanına çağırdı ve Oğuzhan’a dört tane büyük mum verip dört köşeye dikmesini istedi. Eliyle işaret ederek yere oturmamı istedi. Oturduğumda eline aldığı küçük mumları büyük bir çember olacak şekilde dizdi. Mumları yakmadan önce her biri için dua okuyor, birini yaktıktan sonra diğerine geçiyordu. Oğuzhan da yanıma oturdu, çemberde ikimiz vardık. Hoca son mumu yakmadan önce bize baktı ve “Ne olursa olsun o çemberi bozmayın ya da içinden çıkmayın!” dedi. Şaşırarak, “Bozmaktan kastınız nedir hocam?” diye sordum. “Onlara dokunmayın ve devirmeyin,” dedi. Başımızı sallayarak onayladık. Oğuzhan’ın çembere girmesine şaşırmıştım. “Hocam, cin bana musallat olmuş, Oğuzhan neden yanımda?” diye sordum. Hoca sabırla sorularımı cevaplıyordu: “Çemberin dışı şu anda güvenli değil, ona da zarar verebilirler,” dedi. Keşke son cümleyi söylemeseydi… Belli etmemeye çalışıyorduk ama zangır zangır titriyorduk korkudan.
Son mumu da yaktı ve dua okumaya devam etti. Hoca çemberin dışında karşımıza oturdu. Tasın içine suyu koyduğu gibi suyun rengi kan kırmızısına dönüştü. Eline aldığı kalemle kağıda bir şeyler yazdı ve kağıdı suya attı. Kağıdın üstüne de hızlıca soğanı attı. Çemberi oluşturan mumların alevi birden yükseldi. Odada sanki kasırga kopuyordu ama mumların ateşi sönmüyor, aksine güçleniyordu. Hoca bağırarak dualar okuyor, bir yandan da elindeki bıçağı tasın içindeki soğana sokup çıkarıyordu. Pencerenin arkasında çok gürültü vardı; kırmızı gözler bizi izleyip çığlık atıyordu. Birden kapı açıldı ve Melike içeri girdi. Pencerenin önüne gidip bağırarak bir şeyler söylemeye başladı. Ne söylediği anlaşılmıyordu. O konuştukça dışarıdakiler daha çok çığlık atıyordu. Oğuzhan’la ben çemberde korkudan ölecek gibiydik. Bir ara kaçmayı bile düşündüm ama hoca “Sakın yapma!” dediği için çıkamıyordum.
Kapı bu sefer biraz daha sert açıldı ve içeriye simsiyah bir kadın girdi. Yüzü anlaşılmıyor ama gözleri kıpkırmızı, öfke ve nefretle bakıyordu. Hocaya dönüp ayağa kalktı ve eliyle beni işaret ederek, “Ne istiyorsun bu Ademoğlundan?” dedi. Gözünü kan bürümüş cin, “O benim olacak!” diye karşılık verdi. Hoca, “Senin gibi kötülüğe mahkum düşmüş bir cine ne bir can ne başka bir şey veririz, ey iblis! Bırak bu Ademoğlunu, yoksa seni yakarım!” dedi. Bir şey fark ettim; hoca konuştukça sanki nefesi kesiliyor, yoruluyor gibiydi. İçimden bayılmasın diye dualar ediyordum. O sırada iblis karşılık verdi: “Sana çamurdan yaratılmış güçsüz! Benimle baş edemezsin, ölürsün burada! O artık bana ait!” dedi. Hoca son kez güçlü bir nefes aldı ve anlamadığım dilde bir şeyler okumaya başladı. İblis çığlıklar içinde kalmıştı; kaçmak istiyor, kaçamıyordu, sanki odada hapsolmuştu. Melike pencerenin önünden ayrılmış, kapının önünde bekliyordu. Çığlıkları öyle güçlüydü ki sağır olacağım sandım. İblis sanki gücünü kaybediyor gibiydi, çığlıkları yavaşlamaya başlamıştı. Hoca sustu ve derin bir nefes daha aldı. Son kez bağırarak okumaya devam etti. İblis artık yere düşmüştü, yalvarıyor gibi bir hali vardı. Bir anda duman haline gelip kayboldu.
Mumlar sönmüş, ortalık durulmuştu. Odadan çıt çıkmıyor, sadece Oğuzhan’la ikimizin korkudan çıkardığı sesler duyuluyordu. Melike hala kapının önünde bekliyordu. Hoca çok güçsüz kalmış olacak ki yere yığıldı. Melike kapıdan çekildi ve direkt hocanın başına geldi ama öyle bir hızla gelmişti ki bu bir insanın yapabileceği bir şey değildi. Hocayı kollarını aldığı gibi yatağa yatırdı. Bu, yaşlı bir kadının yapabileceği bir şey değildi.
Biz çemberden çıkıp hızla dışarı attık kendimizi. Yaşananların şokuyla konuşmadan öylece birbirimize bakıyorduk. Yaklaşık bir saat dışarıda bekledikten sonra hoca kendine gelip Melike ile haber yollamıştı. Eve girdiğimizde hoca oturmuş bir şekilde bekliyordu. Yanına geldiğim gibi, “Kurtuldun Hasan,” dedi. Çok sevinmiştim, çünkü içimde olmadığına dair bir his vardı. “Gerçekten mi?” diye sorduğumda tebessüm ederek, “Evet,” dedi. Çok rahatlamıştım. “Hocam, son bir soru sorabilir miyim?” diye müsaade istedim. Sor diye onayladıktan sonra, “Geldiğimizde benim ismimi nereden bildiniz?” diye sordum. “Melike söyledi,” dedi. “Melike nereden biliyor?” dediğimde ise aslında cevabını tahmin ettiğim yanıt çok çabuk geldi: “O benim yardımcım. O bir insan değil, insan kılığında bir cindir,” dedi. Melike’den hiç korkmamıştım ama o an için aynı şeyi diyemem. Hala ürkek bir şekilde kapıda dikilen Melike’yi izliyordum.
Hoca bir muska yazdı. “Bunu iki hafta yanında taşı ama sakın yanından ayırma. İki hafta boyunca geceleri uyumadan önce sana vereceğim duaları okuyacaksın,” dedi. “Allah razı olsun hocam, siz olmasaydınız ne yapardım ben? Bize müsaade. Borcumuz ne kadar?” diye sordum. Gülümseyerek, “Ben bu işi para için yapmam. Hayır duası bana verebileceğiniz en kıymetli şeydir. Ama ‘benim param çok’ diyorsan, fakir fukaraya yardım edebilirsin evladım,” dedi. Çok güven verici bir hocaydı, ilk gördüğümden beri kanım ısınmıştı. Kapıya kadar eşlik etti. Tam giderken durdurdu ve “Unutmadan söyleyeyim; seni izleyebilirler, değişik değişik suretlerde görünürler ama sana yaklaşamaz ve zarar veremezler. Sadece görürsün, korkmana gerek yok,” dedi. Elini öptüm, vedalaşıp eve döndük.
Şimdi 24 yaşındayım. Hocamın dediği gibi onları görüyorum ama bana hiçbir şekilde yaklaşamıyorlar.
Views: 10