Mustafa’nın Feneri | Paranormal Hikaye

Paranormal Hikaye Özet: Terkedilmiş eski köyü gece vakti keşfe çıkan genç, ölmüş annesinin hayaleti tarafından bataklığa çekilir. Onu kurtaran ise yıllar önce baraj gölünde boğulmuş bir çocuktur.

Çocukluğumdan bu yana bunu yapmayı seviyordum. Arabanın camından çıkardığım kolumun rüzgârın gücü ile okşanması bir yana, rüzgârın o müthiş kudretini hissetmek ayrı bir haz veriyordu. Arabayı amcaoğlu kullanıyordu ve o yola konsantre olmuşken ben yine rüzgârı düşündüm. Gözle göremediğimiz ama her yanımızda hissettiğimiz bu hava akımının hayatımızdaki önemini… Hafif bir esintiyle sanki nazikçe okşar gibi olan bu güç, kızdığında dağları yerinden söküp atabiliyordu. Fakat şimdi ruhumuza masaj yapıyordu adeta.

Bu köy yoluna girdiğimizde amcaoğlum “İndir kolunu, çarpacak bir yere,” diye uyardı. Ben de farkındaydım, üç buçuk saatlik yolculuğumuzun sonunda varmak üzereydik. Sabah İstanbul’dan yola çıkmış ve halamızın yanına uğramak niyetiyle köyün yolunu tutmuştuk ama asıl hedefimiz yaylamızdı. Yaylaya geçmeden önce köyde bir gece konaklamak, halamızı görmek istedik.

Bu köy yollarının sevdiğim birçok yönü olmuştur oldum olası. Bir kere, buraların havası temiz, oksijeni yüksektir. Sonra tabiata yaklaşmış olursunuz. Eğer biraz dikkat ederseniz ve kısmetinizde varsa, bir ağacın dalına tünemiş şahini görebilir, yolun kenarında pusuya yatmış bir kirpinin saklanma çabasını fark edebilirsiniz. Hatta bazen hayrına yapılmış hayrat çeşmelerinin başında durup dağdan akıp gelen buz gibi suyun tadına varabilirsiniz. Sonuçta köy yollarını seviyorum, zaman zaman bozuk kısımlarına denk gelsem de… Köyümüze yaklaştığımızın en bariz işareti olan komşu köyü görünce “Yaklaştık,” dedim amcaoğluna. “Bak, Kuyumcular Köyü. On dakika sürmez varmamız,” diye karşılık verdi kuzenim.

Sohbeti sürdürmek niyetindeydim. “Buradaki efsaneyi biliyor musun?”

“Ne efsanesi?”

Parmağımla işaret ederek gösterdim. “Bak bak, tam şuradaki harabe evi görüyor musun?”

“Hangisini oğlum? Hepsi bana harabe gibi geliyor.”

“Bak, şu iki katlı olan.”

Anladığını belirtircesine bir bakış attı kuzenim. Devam ettim konuşmaya:

“Yıllar önce o evdekilerin başına çeşitli kazalar falan gelmiş. Sonunda ev ahalisi ve hatta eve yakın komşuları bile oraları boşaltmışlar, şehre yerleşmişler.”

“Ee?” diye sordu amcaoğlum.

“Şu dikkatimi çekmişti: Bu evin sahibinin oğulları yıllar sonra evi yıkıp yerine daha iyi bir ev yapmaya kalkmışlar ama başaramamışlar.”

“Neden? Çünkü müsait değillermiş,” diye bir espri patlatıp gülmeye başladı.

“Oğlum yürü git, mal herif!” Yaptığı iğrenç esprinin etkisinden sıyrılıp ciddi olmaya çalıştım tekrar. “Tamam tamam, vallahi bak. Çocukları bir türlü evi yıktırmamışlar, çünkü izin vermiyorlarmış.”

“Kim? Köylüler mi?”

“Yok yok be oğlum! Cinlermiş izin vermeyenler.”

Ben cümlemde ‘cin’ lafını geçirdiğimde şaka yapmadığımı bilecek kadar tanırdı beni kuzenim.

“Nasıl yani?”

“Bayağı bildiğin cinler oğlum. Ne zaman evi yıkmaya kalkışsalar hep bir aksilik çıkmış. Ya aletler bozulmuş, ya kaza geçirmişler veya yıkabildikleri kısımları bile ertesi gün geldiklerinde sanki hiç yıkılmamış gibi bulmuşlar.”

Birkaç saniyelik sessizlik oldu aramızda. Belli ki kuzenim anlattıklarımı tartmıştı kafasında. Sonra heyecanlı bir sesle sordu:

“Sonunda ne olmuş peki?”

“Hiçbir şey. Bildiğim kadarıyla çocuklar yapmaktan vazgeçmişler ama kimse de o evin yakınına bile yaklaşmamış bir daha.”

Bunu söylerken evin bulunduğu alana bakmıştım son bir kez. Gerçekten de köy yerleşim biçiminde bu evin durumu garip gözüküyordu. Sanki ormanlık bir alanın ortasında yanıp siyahlaşmış bir bölge gibiydi o ev ve civarı. Çevredeki diğer evler birbirine yakın inşa edilmişken, o evin civarı ıssız kalmıştı.

“Köyümüz işte!” Kuzenimin sesiyle irkildim. Gerçekten de köye varmış ve halamın evine yaklaşmıştık. Bir İç Anadolu köyüydü burası, büyüklerinden sayılırdı. Aslında köyümüz daha aşağıda kalıyordu; devlet eski köyün yakınına baraj yapınca köylüler de köyü yukarı doğru taşımak zorunda kalmışlardı. Eski Köy, baraja yakın ve daha alçakta, harabe bir halde bırakılmıştı.

Bu küçük gezimizin asıl amacı işte bu Eski Köy’dü. Bir süredir kendilerini görüp de duyamadığımız ama aynı dünyayı paylaştığımız ‘komşularımızı’ incelemeye vermiştim kendimi. Hani birçok insan onların adını bile söylemeye çekinirken, ben eğer kullanıyorlarsa ayakkabı numaralarını bile öğrenmek niyetindeydim. Eski Köy bu açıdan dikkatimi çekiyordu, zira terkedilmiş mekânları bir süre sonra bu ‘arkadaşların’ sahiplendiğinin farkındaydım.

Halamız için bizim ziyaretimiz sürpriz olmuştu, ona haber vermemiştik. Ama o, özellikle yaylacıların akın akın köye uğradıkları bu dönemlerde misafirlerin gelişine alışkındı. Bizi de her zamanki misafirperverliğiyle karşıladı. Klasik köy ayranını ve gözlemesini öğle saatinde boğazımıza sokuşturmuştu adeta. Köylü milleti için misafirini yedirip içirmek bir şeref meselesidir. Kocasını üç yıl önce kaybetmişti halamız. Çocukları şehirde yaşıyorlardı ve annelerini yanlarına almak isteseler de halam pek oralı olmamıştı. O tam anlamıyla bir köy kadınıydı ve kocasından kalan bu evi belki de emaneti diye bırakmıyordu, ya da belki de sadece köyü sevdiği içindi, kim bilir?

Konuşabileceğimiz pek fazla ortak sohbetimiz olmasa da aramızda geçen zamanın farkına bile varmamıştık. İkindi sonrası kuzenimle köyü dolaşmaya çıktık. Tanıdığımız birkaç ahbabı ziyaret ettik. Akşam ezanıyla birlikte tekrar halamızın evine döndük. Halam bizlere yemek hazırlamakla meşgulken amcaoğluma ağzımdaki baklayı çıkardım sonunda:

“Yemekten sonra Eski Köy’e inelim.”

Hafifçe kıstı gözlerini. “Eski Köy? Bu saatte? Tam saati aslında… Manyak mısın?” diyeceğim ama… Fazla manyaksın tabii ki! Otur oturduğun yerde,” diye kestirip atmıştı kuzenim. Ona göre akşamın karanlığında Eski Köy’e inmek delilikten başka bir şey değildi. Yemek sonrası konuyu tekrar açıp onu ikna etmeye çalışsam da kandıramamıştım. Eski Köy’e gitmek istediğimi duyan halam da itiraz etmişti bana.

Yine de kararlıydım. Yarın erkenden köyden ayrılacaktık ve bu akşam ne yapıp edip o köyün atmosferini incelemem gerekiyordu. Ayaklandığımda beni vazgeçiremeyeceğini anlayan halam, elime bir yandan eski bir fener tutuştururken bir yandan da gayet ciddi bir ses tonuyla uyarısını yapmıştı:

“Yavrum, yoldan sapma. Bak, gel hemen ve hep oku emi? Duasız gezme oralarda.”

Aslında Eski Köy’de bakmak istediğim yer rahmetli büyükbabamın eviydi. Bu köy yerinde büyükbaba, büyükannenin eşi demekti. Ben dedemlerin köy evinin ne halde olduğunu, daha doğrusu içinde ‘birilerinin’ olup olmadığını merak ediyordum. Bu merakımın tam da bu dönem içinde neden hız kestiğini adamakıllı öğrenememiştim. Bu ilgimden haberdar olan yakınlarıma göre gereksiz ve tehlikeli bir ilgi alanıydı benimki. Gereksizlik konusunda onlara katılmasam da tehlikeli olduğu konusunda hemfikirdik. Bazı insanların “Yahu hiç korkmuyor musun?” serzenişlerine haykırarak cevap veresim geliyordu bazen: “Korkmaz mıyım? Hem de dibine kadar! Ama onlar da korkuyorlar.” Her ne olursa olsun, birbirlerinden korkan iki varlığın karşılaşmasında iki sonuç ortaya çıkardı: Ya düşman olurlar ya da dost.

Kafamda bu düşüncelerle yürürken Eski Köy’ün hemen girişinde olduğumu fark ettim. Köpeklerin uluma sesleri arasında yoluma devam ediyorken hemen karşıdan gelen beyaz pırıltıyı fark ettiğimde korku damarlarımda dolaşmaya başlamıştı bile. Adımlarımı yavaşlattım. Bu arada parıltı güçlendi. Parıltı sandığım ışık, bir aşağı bir yukarı hareket ediyordu. Adımlarımı durdurdum ama ışık durmadı; yaklaştı, yaklaştı… En sonunda onu iyice fark ettiğimde, gözlerimde korku yaşları olduğunu fark etmiştim. Çabuk bir hareketle sildim gözyaşlarımı, zira karşıdan gelen çocuğun beni bu halde görmesini istemiyordum.

Evet, gelen bir çocuktu. Tahminen 13-14 yaşlarında, elindeki feneri sallana sallana bana doğru geliyordu.

“Selamünaleyküm,” diye seslendim çocuğa. Yüzünde samimi bir tebessümle o da karşılık verdi bana:

“Ve aleykümselam abi. Hayırdır böyle?”

“Hiç, bu yana doğru gidiyorum işte,” dedim. Yüzündeki tebessüm daha da yayıldı.

“Buralardan mısın? Kemal amcanın oğlu musun?”

“Öyleyim. Tanıyor musun beni?”

“Ben değil de babam tanıyor seni. Küçükken bizim köye geldiğinde barajda yüzmeye gidermişsiniz. Resimleriniz bile var bizde.”

“Sen kimin oğlusun?” diye sordum ona merakla.

“Ölmezler’den İsmail’in oğluyum ben. Mustafa adım.”

Ölmezler’den İsmail… Hemen hatırlamıştım onu. Çocukken hemen her yaz geldiğimiz köyde en yakın arkadaşım oydu. O zamanlar beraber yapardık her şeyi; beraber aşırırdık milletin bahçesindeki ağaçlardan meyveleri ve beraber kovalardık elimizdeki sapan benzeri sopalarla köydeki kertenkeleleri. Bazen de baraja iner, gölde yüzerdik saatlerce. Sevinçle sordum çocuğa:

“Baban ne yapıyor, nasıl?”

“Hiç, ne yapsın? Evde oturuyor. Sen ne edeceksin ki bu tarafta? Burası Eski Köy, burada kimse olmaz.”

“Öylesine geziyorum işte. Selam söyle babana delikanlı,” dedikten sonra tekrar yürümeye başladım. Çocuğu birkaç adım geride bırakmışken şöyle bir geriye dönüp baktığımda, çocuğun çoktan gitmiş olduğunu anladım.

Yoluma devam ettim. Az sonra dedemin evinin hemen önündeydim. Bahçe çiti çoktan yıkılmıştı. Virane evin avlusu yabani bir sürü otla kaplanmış, geçiş yolu fark edilmiyordu ama yine de o yola girdim. İki katlı ahşap bir evdi burası. Kapıyı kontrol ettiğimde sıkı sıkıya kapalı olduğunu gördüm. Fenerimin ışığını şöyle bir evin etrafında gezdirirken diğer kapı aklıma gelmişti. Bu tür evlerin ‘yüklük’ adı verilen bir bölümü olurdu ve oraya da başka bir kapıdan girilirdi. Diğer kapı yan tarafındaydı. Oraya doğru ilerledim. Kapının olması gereken yerde delik deşik bir muşambanın yer yer ışıltılar çıkartarak sallandığını fark ettim. Belli ki kapı çoktan sökülmüş, yerine bu muşamba geçirilmişti ama o da parça parçaydı.

İçeriye adım attığım anda bir ürperti hissi sarmıştı her yanımı. Tüylerim diken diken olmuş ve sırtımdan enseme doğru soğuk bir ter boşalmıştı adeta. Vücudumun verdiği bu tepkinin literatürdeki adı kısaca ‘korku’ydu. Böyle bir yerde ve bu saatte tek başına bir insanın korkmaması elde değildi zaten. Zaman zaman duyduğumu sandığım tıkırtıların, sağa sola kaçışan böcek veya fare benzeri hayvanlardan geldiğinin farkında olarak yavaşça üst kata çıkan merdivenlere yöneldim. Hatırladığım kadarıyla dedemler genelde üst katta otururlarmış, alt katı ise günlük işler ve gelen misafirleri karşılamak için kullanırlarmış. Merdivenlerden oldukça ihtiyatla çıkıyordum, zira bastığım bir basamağın çökme ihtimaliyle sakatlanmak istemiyordum.

Sonunda üst kata vardığımda üç oda kapısından ikisinin açık olduğunu ama birinin kapalı olduğunu gördüm. Kapısı açık odaları fener ışığıyla hızlıca bir süzdükten sonra kapalı olan kapının önüne geldim. Feneri kapı eşiğine tuttuğumda eşikten yayılan gölgeleri fark ettim. Sanki içeride birileri oldukları yerde sallanır gibi, gölgeler belirsizce hareket ediyorlardı. Korku volkanım yeniden lav püskürtmeye başlamıştı. “Acaba,” dedim kendi kendime, “bahçedeki ağaçların rüzgârda sallanan suretleri mi düşüyor içeri?”

Kapıyı açtım ve açılmasını beklemiyordum aslında. Önce hiçbir şey göremedim. Sonra her şeyi gördüm. Annem, yerde kurulu bir sofranın üzerinde elindeki oklavayla hamur açıyordu. Hemen yanında ebem oturmuş, o da açtığı hamurlara şekil veriyordu. Beni görünce ikisi birden kaşlarını çattılar. Annemi daha önce hiç bu kadar genç görmemiştim. Ayrıca ben onu kaybedeli yıllar olmuştu. Yoksa olmamış mıydı? Annem hayatta mıydı?

“O pantolonun hâli ne öyle?” diye seslenen annemdi, kesinlikle onun sesiydi. Yerinden kalkmış, bana doğru geliyordu. Ben olduğum yerde kalakalmıştım. O bana söylenirken ben sadece ona bakıyordum şaşkınlıkla. Ne kadar güzelmiş meğer ve ne kadar çok özlemişim onu.

Daha sonra ebemin de hareketlendiğini gördüm. Ayağa kalkmış, anneme sesleniyordu:

“Nereye götürürsün onu? Bırak orada!”

Ebemi ayakta ilk kez görüyordum, çünkü o felçliydi. Ben hiçbir zaman yürüdüğünü hatırlamamıştım ama şimdi odanın içinde hem geziyor hem de anneme söyleniyordu.

Bir anda kendimi dışarıda bulmuştum. Annem önümde süzülürcesine ilerliyordu. Sonra durdu.

“Gel! Bak oraya, yürü hadi!”

Orası dediği yer, baraj gölüyle derenin birleştiği yerlerden bir sazlıktı. Buralara ‘bataklık’ derdi köylüler.

“Hadi yürü!”

Annemin sözünden çıkacak değildim. O gidiyordu ve ben de gidiyordum. Her adımımda biraz daha çamura saplanıyordum. İlerlerken bir an için duracak iradeyi buldum kendimde ve durup geriye baktım. O güzel kadının aslında o kadar da güzel olmadığını fark eder gibi oldum. Durmamla beraber kollarını iki yana açmış, garip bir şekilde sallanıyordu; sanki kollarında kemik yokmuş gibi biçimsiz bir şekilde sallanıp duruyordu. Kollarını sallarken bir yandan da daha kuvvetli bağırıyordu:

“Hiç durma, git!”

Neden bilmem, yeniden yürümeye devam ettim. Yanlış olan bir şey vardı, onu hissedebiliyordum ama yine de kendime mani olamıyordum. Neredeyse artık kasıklarıma kadar su ve çamurun içine batmış, zorlukla yürümeye çalışıyordum. Daha sonra kafamın içinde başka bir ses duydum. Önce anlayamadım, biraz daha dikkat kesildim. Ses kafamın içinden değil, arkamdan geliyordu. Ama geride kalan annemdi, oysa bu ses ona ait değildi. Zorlanarak geriye döndüm. Bu kez gördüğüm annem değildi. O gitmiş, yerine Mustafa gelmişti; arkadaşım İsmail’in oğlu Mustafa.

“Abi gel!” diye bağırıyordu.

Çözülmeye başlamıştım, yavaş yavaş idrakım çalışmaya başlamıştı. Allah aşkına, benim bu bataklıkta ne işim vardı? Geriye doğru yürümeye başladım. Mustafa elindeki feneriyle bana ışık tutup yol gösteriyordu. Sonunda yanına vardığımda aklımın kontrolünü tamamen elime aldığımı hissettim.

“Gel abi gel! Ne yapıyorsun burada? Öldürecek misin kendini?”

Hiçbir şey söyleyemedim. O da hiç konuşmadı. Sonra hızlı adımlarla Eski Köy’den çıktık. Bana halamın evine kadar eşlik etti. Evdekilere üstümün başımın halini tek kelimelik cümlelerle anlatıp geçiştirmeye çalıştım: “Düştüm, kaydım,” gibi.

Duş alıp elbiselerimi değiştirdikten sonra kuzenimle paylaşacağımız odaya geçtim. Konuyu açtım ona. Her şeyi anlatmadım, hatta hiçbir şey anlatmadım sayılır. Sadece ona, “Eski Köy’de yürürken yolumu şaşırdım ve bataklığa düştüm,” dedim.

“Ee, nasıl buldun sonra yolu?” diye sorduğunda da Mustafa’dan bahsettim.

“Hangi Mustafa?”

“Sen de tanırsın. Hani Ölmezler’den İsmail var ya, onun oğlu Mustafa.”

Amcaoğlu huzursuzca dikildi yatakta. “Kafa mı buluyorsun oğlum? İsmail’in oğlu öleli kaç yıl oldu!”

“Ne?”

“Mustafa diyorum! O çocuk yıllar önce boğuldu gitti ya barajda! Bilmiyor musun sen?”

Birkaç saniye boyunca dilim tutulur gibi olmuştu, ne diyeceğimi bilememiştim. Kuzenim konuşmaya devam etti:

“İsimleri karıştırmışsındır sen. Başkasıdır o çocuk.”

‘Başkası mı? Hangi başka çocuk babasıyla çektirdiğim fotoğraftan haberdar olurdu ki be kuzen?’ diye geçirdim içimden. Lafı uzatmak istemedim. “Allah rahatlık versin,” deyip arkamı döndüm.

Sabaha kadar bir kez bile gözümü kırpmadım. Çünkü ne zaman kapatsam gözlerimi, annem kılığındaki o şeyin bataklıktaki görüntüsü canlanıveriyordu. Tehlikenin içine giren bendim, sorumluluk da benimdi ama yine de Rabb’im merhamet etmişti.

Views: 14

İlginizi Çekebilir:Kağıt Toplayıcısı ve Kara Köpek | Paranormal Hikaye
share Paylaş facebook pinterest whatsapp x print

Benzer İçerikler

The Secret in the Tomb | Paranormal Story
Türbedeki Sır | Paranormal Hikaye
Night of Terror in the Village | Paranormal Story
Köydeki Dehşet Gecesi | Paranormal Hikaye
Mosque Terror at 3 AM | Paranormal Story
Gece 3’teki Cami Dehşeti | Paranormal Hikayeler
Devil's Land | Paranormal Story
Şeytanın Toprağı | Paranormal Hikaye
Atrocity Through the Eyes of an Infidel Jinn | A Paranormal Story
Kafir Bir Cinin Gözünden Vahşet | Paranormal Hikaye
The Bloody Diary from the Antique Shop | Paranormal Story
Antikacıdan Alınan Kanlı Günlük | Paranormal Hikaye

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Paranormal Dergi | © 2025 |