Dünyadaki Reptilian Mağaraları | Paranormal Yerler

Özet: Reptilianlar, insan formuna bürünebilen sürüngenimsi uzaylı bir ırk olarak komplo teorilerinde ve efsanelerde yer alır. David Icke gibi yazarlarca popülerleştirilen bu varlıkların, dünya çapındaki gizemli mağaralarda yaşadığı iddia edilmektedir.

Reptilian Nedir? Sürüngen İnsansıların Tanımı ve Kökenleri

İnsanlık tarihi boyunca anlatılan efsanelerde, mitolojilerde ve son yüzyılda popülerleşen komplo teorilerinde sıkça karşımıza çıkan bir figür var: Reptilianlar. Peki, nedir bu varlıklar? Genellikle “Reptoitler”, “Dinozor Adamlar”, “Kertenkele Adamlar”, “Drakonyalılar” veya “Sauralılar” gibi isimlerle de anılan Reptilianlar, temel olarak insansı bir forma sahip, ancak sürüngen özelliklerini (özellikle kertenkele) taşıyan, zeki ve doğaüstü yeteneklere sahip olduğu iddia edilen bir varlık türüdür.

Bu varlıkların fiziksel tanımları kaynaklara göre değişkenlik gösterse de, genel bir portre çizmek mümkün. Boylarının 2 metreden başlayıp 2.70 metreye kadar uzanabildiği, derilerinin yeşil renkli ve pullu olduğu sıkça belirtilir. Ellerinde üç uzun parmak ve bu parmakların ucunda pençeler bulunur; ayrıca insanlardaki gibi karşıt bir başparmağa sahip oldukları da rapor edilmiştir. Kaslı bacakları ve kolları, neredeyse fark edilmeyen kulakları ve en belirgin özelliklerinden biri olan büyük, çukur veya çizgi şeklinde gözleri ile betimlenirler. Bazı anlatılarda kuyruklu, bazılarında kuyruksuz oldukları, kanatlı ve kanatsız türlerinin bulunduğu, hatta cinsel organlarının varlığına dair raporlar bile mevcuttur. Giyim tarzları konusunda ise genellikle zırh dışında çok az kıyafet giydikleri, ancak sürekli olarak görünmez olmalarını sağlayan özel bir kemer taktıkları söylentiler arasındadır.

Bu fiziksel tanımların ötesinde, Reptilianlarla ilgili belki de en rahatsız edici iddialar, onların beslenme alışkanlıkları ve insanlıkla olan ilişkileri üzerine odaklanır. İnsanların yaydığı negatif enerjilerden (korku, endişe, nefret gibi) beslendikleri teorisi oldukça yaygındır. Bununla birlikte, bazı Reptilian türlerinin gerçek anlamda etobur olduğu ve insanları potansiyel bir besin kaynağı, bir av olarak gördükleri de iddia edilir. Bu durum, Reptilian figürünü daha da korkutucu bir hale getirmektedir.

Kökenlerine dair teoriler ise genellikle yıldızlara uzanır. En popüler teorilerden birine göre, Reptilianlar Alfa Draconis (Thuban olarak da bilinir) adı verilen bir yıldız sisteminden gelmişlerdir. Teknolojik olarak insanlıktan üstün oldukları kabul edilse de, evrendeki diğer varsayımsal uzaylı ırklarına kıyasla teknolojilerinin daha az gelişmiş olduğu düşünülür. Sosyal yapıları hakkında bilinenler kısıtlıdır, ancak genel kanı, kendilerinden başka hiçbir ırka dost olmadıkları yönündedir. Bu yalnız ve potansiyel olarak düşmanca tavırları, komplo teorilerindeki merkezi rollerini pekiştirir.

Komplo Teorilerinin Merkezindeki Irk: David Icke ve Reptilian İddiaları

Reptilian kavramı, özellikle 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başlarında komplo teorisi yazarları tarafından sıkça işlenmiştir. Troy Martin, John Rhodes gibi isimler bu konuya değinse de, Reptilianları küresel bir komplo teorisinin merkezine oturtan en etkili ve tartışmalı isim şüphesiz David Icke’tır. Eski bir futbolcu ve spor spikeri olan Icke, 1990’lardan itibaren yazdığı kitaplar ve düzenlediği konferanslarla, dünyanın gizli bir Reptilian elit tarafından yönetildiği fikrini yaymıştır.

David Icke’ın teorisinin temelinde, insanlık tarihinin derinliklerinden beri dünyayı ve insanlığı kontrol altında tutan, şekil değiştirebilen bir sürüngen insansı grubu yatar. Icke’a göre bu grup, genellikle “Elit”, “İlluminati” veya kendi tabiriyle “Babil Kardeşliği” olarak adlandırılan gizli bir dünya hükümetini oluşturur. Bu teorinin en çarpıcı ve tartışmalı iddialarından biri, dünya liderlerinin, kraliyet ailelerinin ve finans devlerinin aslında bu Reptilian soyundan geldiği veya onlar tarafından kontrol edildiğidir. Icke, George H.W. Bush gibi ABD başkanlarını, İngiliz Kraliyet Ailesi’ni (özellikle Kraliçe II. Elizabeth’i) ve hatta Kris Kristofferson gibi ünlü isimleri Reptilian veya Reptilian melezi olarak tanımlamıştır.

Icke, bu iddialarını daha da ileri götürerek, Rothschild ailesi gibi güçlü finans hanedanlıklarını da Reptilian soyuyla ilişkilendirir. Hatta bu grupların sadece küresel finansı değil, aynı zamanda tarihi olayları da manipüle ettiğini iddia eder. Örneğin, Adolf Hitler’i finanse ettiklerini ve Nazilerin Yahudi katliamını (Holokost) desteklediklerini öne sürerken, Rothschild’lerin aslında Yahudi değil, Reptilian olduğunu belirtir. Bu tür iddialar, Icke’ın teorilerini antisemitizm suçlamalarıyla karşı karşıya bırakmıştır, ancak kendisi bu suçlamaları reddederek eleştirilerinin belirli bir dini veya etnik gruba değil, gizli Reptilian ağına yönelik olduğunu savunur.

Icke’ın gizli hükümet teorisine göre, Rockefeller ve Rothschild gibi banker aileleri ve büyük iş adamları tarafından finanse edilen bu yapı, dünyayı perde arkasından yönetmektedir. Nazilerin yükselişi, Holokost, Oklahoma City bombalaması ve hatta 11 Eylül 2001 saldırıları gibi büyük travmatik olayların bu gizli hükümet tarafından finanse edildiğini ve organize edildiğini iddia eder. Amacın ise küresel kaos yaratarak insanlığı korku ve kontrol altında tutmak ve sonunda “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen totaliter bir küresel devlet kurmak olduğunu söyler.

Peki, bu Reptilian kontrolü nereden yönetiliyor? Icke, 1999 tarihli “En Büyük Sır” (The Biggest Secret) adlı kitabında ve sonraki çalışmalarında, bu kontrolün ve manipülasyonun fiziksel dünyamızdan değil, başka bir boyuttan, spesifik olarak “dördüncü boyutun alt bölümünden” (lower fourth dimension) geldiğini öne sürer. Bu boyutun, birçok ezoterik öğretide “alt astral boyut” olarak bilinen, karanlık ritüellerin yapıldığı, demonların ve kötü niyetli varlıkların yuvası olan bir yer olduğunu belirtir.

Icke’ın teorisinin bir diğer kilit noktası ise Reptilianların şekil değiştirme yeteneğidir. Ona göre, Reptilianlar insan DNA’sını manipüle etme yeteneğine sahiptir. Özellikle insan kanı içtiklerinde veya belirli ritüeller gerçekleştirdiklerinde, sürüngen formlarından insan formuna geçebildiklerini iddia eder. Bu, onların toplum içinde fark edilmeden nasıl yönetici pozisyonlara gelebildiklerini açıklamak için kullandığı bir argümandır.

Bu uzaylı-sürüngen-insan melezlerinin kökenleri konusunda ise Icke, Ortadoğu’yu işaret eder. Özellikle Türkiye, İran ve Irak’ın kesiştiği dağlık bölgelerdeki yeraltı şehirlerinde veya mağaralarında ortaya çıktıklarını ve buradan dünyaya yayılarak kontrolü ele geçirdiklerini anlatır. Tarihin çeşitli dönemlerinde bu yayılmanın tekrar tekrar yaşandığını da ekler. Bu iddialarını desteklemek için eski Sümer tabletleri, mitolojik anlatılar, efsaneler ve dünyanın farklı yerlerindeki mağaralarda yaşayan kertenkele benzeri varlıklar hakkındaki yerel hikayeleri delil olarak gösterir.

Dünyanın Farklı Köşelerinden Reptilian Mağarası Anlatıları

David Icke ve benzeri teorisyenlerin iddiaları ne kadar fantastik görünse de, dünyanın farklı bölgelerinde yeraltında veya mağaralarda yaşayan sürüngenimsi varlıklarla ilgili anlatılan hikayeler ve rapor edilen olaylar, bu teorilere inananlar için birer kanıt niteliği taşır. Bu anlatılar genellikle görgü tanıklarının ifadelerine dayanır ve resmi olarak doğrulanmaları pek mümkün olmasa da, anlatıldıkları bölgelerde nesilden nesile aktarılırlar. Neredeyse yüzlerce olduğu iddia edilen bu olaylardan, raporlara geçmiş ve detayları bilinen üç tanesi öne çıkmaktadır: Biri Amerika Birleşik Devletleri’nde Missouri’de, diğeri Avustralya’da Karadağ’da ve sonuncusu Vietnam’da yaşanmıştır.

Missouri Mağaralarındaki Yeraltı Dehşeti

Bu olay, 7 Mart 2004 tarihinde, ABD’nin Missouri eyaletindeki Carthage kasabası yakınlarında yaşandığı iddia edilen bir karşılaşmaya dayanır ve iki görgü tanığının ifadeleri üzerine kuruludur. O öğleden sonra, iki tanık (isimleri genellikle gizli tutulur), ATV’lerini (dört tekerlekli arazi araçları) kasabaya yakın, hem kamusal hem de özel depolama tesisi olarak kullanılan ve halk arasında “Yeraltı” (The Underground) olarak bilinen bir alana sürüyordu. Bu tesis, aslında devasa mağaralardan oyulmuş, eskiden ABD Donanması için binlerce ton kurutulmuş gıdanın saklandığı stratejik bir depolama alanıydı. Aynı zamanda, içinde 40.000 kişiyi barındırabilecek büyüklükte tasarlanmış bir yeraltı sığınağı görevi de görmüştü.

Bir zamanlar ordunun yetkili bölgesi olarak kullanılan bu alanda, mağaraların yaklaşık 8 mil (yaklaşık 13 km) derinliğe kadar indiği söyleniyordu. Tanıkların girdiği terk edilmiş askeri bölgeye giriş aslında yasaktı. Ancak etrafta kimsenin olmadığını düşünerek içeri daldılar. Mağara duvarlarının bazı kısımları cilalanmış gibi pürüzsüz ve parlakken, bazı yerler daha ham, yeni patlatılmış gibi moloz yığınları halindeydi. İki tanık hız kesmeden ilerlemeye devam etti. Biraz ileride, zeminde grafiti sandıkları, alışılmadık, boyalı bir desenle karşılaştılar.

Yol daha sonra bozulmaya başladı ve sola doğru keskin, 90 derecelik bir dönüş yaptı. Çok hızlı gittikleri için duvara çarpacaklarını sandılar. Fakat beklenmedik bir şey oldu; çarpmak yerine, mağara duvarının bir tür holografik projeksiyon gibi görünen saydam bir yüzeyinden geçtiler. Şaşkınlık içinde ilerlemeye devam ettiler ve kendilerini tamamen yeni bir yol sisteminde buldular. Bu yeni yol, az önce geçtikleri yoldan daha geniş ve daha büyüktü. Meraklarına yenik düşüp yavaşlamadan devam etmeye karar verdiler.

Bölgenin derinliklerine doğru ilerledikçe, yoğunlaşan keskin bir küf ve nem kokusu fark etmeye başladılar. Çevrelerindeki aydınlatma da değişmişti; geldikleri diğer bölgelerden belirgin şekilde daha karanlıktı. ATV’lerinin farlarını açtılar ve ortamın giderek soğuduğunu hissettiler. Sağa dönerek, yaklaşık 100 metre ileride bir tür dinlenme alanı gibi görünen bir yere doğru ilerlediler.

Tam bu sırada, tanıklardan biri ileride bir çift çeşme sandığı bir yapı gördü ve ikisi de aniden durdu. Yaklaşık 30 metre uzaklarında iki canlı varlık duruyordu. Biri oldukça uzundu, tahminen 2.5 metre boyunda, güçlü ve iri yapılı, kırmızımsı bir renge sahipti. Diğeri ise daha küçüktü, soluk, neredeyse albino beyazlığında bir renkteydi ve diğeri kadar yapılı değildi. Her iki varlık da devasa sürüngenlere benziyordu.

Varlıklar hiçbir şey söylemedi, ancak tanıkları ani ve yoğun bir kötülük hissi kapladı. İçlerinden biri korkuyla çığlık attı. Hemen ATV’lerini döndürüp geldikleri yöne doğru hızla uzaklaşmaya başladılar. Geriye baktıklarında, daha uzun boylu olan varlığın onları hareketsizce izlediğini fark ettiler. Bu yaratığın kendilerini yakalaması halinde onlara kesinlikle zarar vereceğini düşündüler.

Hızla ilerleyerek tekrar duvar projeksiyonundan geçtiler. Geriye baktıklarında, uzun boylu varlığın kolunu kaldırmış bir şekilde peşlerinden gelmeye devam ettiğini gördüler. Hızla uzaklaşmaya devam ettiler. Mavi zemin üzerindeki tuhaf grafitili alana geldiklerinde, uzun sürüngeni görmek için tekrar arkalarına baktılar. Yaratığın, o tuhaf işaretli alanı geçemediğini, bir süre onlara baktıktan sonra arkasını dönüp gittiğini gördüler.

Mağara çıkışına vardıklarında, tanıklardan biri hemen Şerif’i (yerel polis) aradı. Ancak telefondaki yetkili, onlara derhal oradan ayrılmalarını, tesisin güvenliğinin kendi sorumluluk alanlarında olmadığını, durumu askeri güvenliğe bildireceğini ve konuyu onların ele alacağını söyledi. Tanıklar oradan ayrılırken yolda askeri güvenlik birimlerine ait araçlarla karşılaştılar. Askeri personel, onları durdurarak bu konunun ulusal güvenlik kapsamında olduğunu, eğer bu olaydan herhangi birine bahsedecek olurlarsa haklarında federal ve askeri düzeyde suç duyurusunda bulunulacağını söyleyerek tehdit etti. Böylece konu, en azından o an için, orada kapandı.

Avustralya Karadağ’ın Uğursuz Sırrı: Reptilian Yuvası mı?

Avustralya’nın Queensland eyaletinin vahşi doğasında, Cooktown yakınlarında yükselen Karadağ (Black Mountain), çevresindeki yemyeşil okaliptüs ormanları ve çalılıklarla tam bir tezat oluşturan, ürkütücü ve kasvetli bir görünüme sahiptir. Devasa, siyah granit kayalardan oluşan bu dağ, sanki yeşillikler denizine batmış karanlık bir ada gibidir. Burası, uzun zamandır tuhaf ve açıklanamayan olaylarla, karanlık folklorik anlatılarla iç içe geçmiş bir yerdir.

Yerli halk tarafından Kalkajaka (anlamı “mızrak yeri” veya daha basitçe “ölüm dağı”) olarak adlandırılan Karadağ, Aborjin kültüründe büyük bir korku ve saygıyla anılır. Onların hikayelerine göre dağ, insan ruhlarına açlık çeken çeşitli kötü ruhların, iblislerin ve canavarların yaşadığı perili bir yerdir. Bu korku o kadar derindir ki, Avrupalı yerleşimcilerin Aborjin halkını acımasızca katlettiği dönemlerde bile, kaçan yerliler saklanmak için son derece uygun görünen bu dağın mağaralarına sığınmak yerine ölümü göze almışlardır.

Karadağ’ın ünü sadece Aborjin efsaneleriyle sınırlı değildir. Bölgede yaşayanlar ve ziyaretçiler tarafından sıkça rapor edilen garip olaylar da bu dağın gizemini artırır. Açıklanamayan ışıklar, kimliği belirlenemeyen uçan cisimler (UFO’lar) ve en önemlisi, kertenkele biçiminde insansı yaratıklar görüldüğüne dair çok sayıda rapor bulunmaktadır. Bu nedenle insanlar, bu uğursuz yerden genellikle çekinirler.

Bölgeden geçenler, dağın yeraltı geçitlerinden ve sayısız çatlaklarından dışarıya doğru sıcak hava akımları hissettiklerini, mağaraların derinliklerinden gelen ve inleme, ağlama, çığlık atma, sondaj veya derin tıslama sesleri olarak tanımlanan ürkütücü sesler duyduklarını anlatırlar. Ayrıca, zaman zaman yüzeye çok yakın bir yerden yayılan çürük, pis bir koku da rapor edilmiştir.

Belki de Karadağ ile ilgili en meşhur ve en korkunç olgu, burada gerçekleşen gizemli kaybolmaların sayısıdır. Aborjinlerin, Avrupalılar gelmeden çok önce de dağda kaybolan insanlara dair hikayeleri vardı. Ancak modern kayıtlara geçen ilk açıklanamayan kaybolma vakası 1877 yılına dayanır. Greany adında bir atlı çoban, kaçmış bir buzağıyı ararken dağın yakınlarına gelir. Ne adam, ne atı, ne de buzağı bir daha asla geri dönmez. Dağın etrafında yapılan aramalarda hiçbir iz bulunamaz. Genel kanı, kayaların arasındaki derin çatlaklardan birine düştükleri yönünde olur.

Bundan birkaç yıl sonra, Sugarfoot Jack adıyla bilinen bir kanun kaçağı ve birkaç suç ortağı, polisle girdikleri bir çatışmayı takiben Karadağ’a kaçar. Polisin yaptığı ayrıntılı aramalara rağmen, nereye gittikleri asla bulunamaz; onlar da dağın içinde kaybolurlar. Kaybolmalar yıllar içinde garip bir şekilde artış gösterir. 1920’lerde, bu gizemi çözmek amacıyla dağa keşif gezisi düzenleyen iki profesyonel mağara araştırmacısı ve daha sonra onları aramaya giden bazı izciler de kaybolur. Daha yakın bir tarihte, 1932’de Harry Page adlı bir gazeteci, Karadağ’da yaptığı bir yürüyüş sırasında kaybolur ve daha sonra cesedi bilinmeyen nedenlerden dolayı ölü bulunur.

Genel düşünce, bu insanların büyük olasılıkla dağın sayısız mağarasının, dar aralıklarının veya derin çatlaklarının kurbanı olduğu, belki de karanlık ve labirent benzeri geçitlerde umutsuzca kayboldukları yönündedir. Ancak bu talihsiz ruhlar sadece dağın karanlıklarında yalnız başlarına mı öldüler, yoksa başlarına daha kötü bir şey mi geldi? Tehlikeli varlıklar, intikamcı hayaletler, dev yılanlar, UFO’lar veya belki de… uzaylı sürüngenler?

Bu sorulara potansiyel bir cevap, geçmiş yıllarda Noel Gregor isimli bir araştırmacıya gelen bir e-posta ile aydınlanmış olabilir. İsmini vermek istemeyen bir tanık, Karadağ mağaralarında başından geçenleri detaylı bir şekilde anlatmıştır. Tanık, kendisinin eğitimli ve sertifikalı bir jeolog olduğunu, yıllarca farklı ülkelerde çeşitli mağara sistemlerini inceleyip belgelediğini belirtir.

Mayıs 2011’de, bir meslektaşı ile birlikte Karadağ’ın içini keşfetmeye karar verirler. Girişe yakın, dar bir mağaradan içeri girip ilerlemeye başlarlar. Uzunca bir süre yol aldıktan sonra, dağın doğu kısmında olduğunu tahmin ettikleri dar bir geçitten geçerken, önlerindeki karanlıktan bazı tuhaf sesler duymaya başlarlar. Mağara duvarlarından birkaç jeolojik numune toplamak için duraklarlar. Ufak çekiçleriyle kaya parçalarını koparıp örnek alırken sesleri tekrar fark ederler. Başlangıçta bunun kendi çıkardıkları seslerin bir yansıması ya da ekosu olduğunu düşünürler. Ancak sesler farklılaşmaya, daha belirgin hale gelmeye başlar. Sesler durana kadar sessizce birkaç dakika beklerler.

Meraklarına yenilip seslerin geldiği yöne doğru ilerlemeye karar verirler. Gittikçe daralan ve alçalan bir geçitten, neredeyse sürünerek yaklaşık 40 metre kadar ilerlerler. Sonunda, birkaç kişinin rahatça sığabileceği, daha geniş, boş bir alana ulaşırlar. Alanın karşı tarafında, her ikisi de sanki makine ile kazılmış gibi görünen iki geniş açıklık (tünel girişi) vardır. Tam o sırada, çevreye ağır bir çürüme kokusuna benzeyen keskin bir koku yayılır.

Açıklıkları incelerken, kaya zeminde tuhaf, kırmızı renkli bir madde parçası görürler. Jeolog, bir örnek almak için diz çökerken, geçitlerden birinden gelen sesleri tekrar, bu kez daha net duyarlar. Bu noktada ikisi de dehşete kapılır ve hızla dar geçide geri dönmeye karar verirler. Birkaç metre geri çekildikten sonra, arkada kalan kişi (e-postayı yazan jeolog) merakına yenilip başını tekrar karanlık alana çevirir.

O anda, alandaki sol delikten (tünelden) içeriye doğru yavaşça sarı, loş bir ışığın süzüldüğünü görür. Bu ilk ışığın ardından birkaç sarı ışık daha belirir. Işıklar alanın içine girdikten hemen sonra, sağdaki delikten içeriye doğru yürüyen varlıkları fark eder. Gördüğü manzara karşısında korkudan donakalır, ilerleyemez.

Gördüğü yaratıklar insan boyundadır ama kesinlikle insan değildirler. Her biri farklı uzunlukta olsa da genel görünümleri aynıdır: İnsanlar gibi dik yürüyen, kaslı, kertenkele benzeri varlıklardır. Tanık, onları tanımlamak için kullanılabilecek daha iyi bir terim olmadığını söyler. Yaratıklar, ayaklarına kadar uzanan, koyu renkli, pelerin benzeri örtülü bir giysi giymişlerdir. Ciltlerinin rengi, ışıktan ve mesafeden dolayı tam olarak anlaşılamasa da koyu renklidir. Ancak her birinin belirgin bir ağızlığı (burun ve ağız kısmının öne doğru çıkıntısı) ve uzun, dikkat çekici kuyrukları vardır. Hareket edip ilerledikçe kuyrukları ileri geri sallanmaktadır. Kolları ve bacakları oldukça iridir ve giysilerinin altından kaslı yapıları algılanmaktadır.

Ayrıca sesleri de vardır. Sanki birbirleriyle konuşuyorlarmış gibi sesler çıkarırlar. Jeolog, dili algılayamadığını ancak ses tonlarının neredeyse insan seslerine benzediğini belirtir. Bu yaratıklardan muhtemelen 20 kadarı o boş alanda toplanmaya başlamıştır.

Bu noktada, hareket etmenin artık güvenli olmadığını anlayan iki jeolog, hızla mağaradan çıkmaya başlarlar. İkisi de şok içindedir ve tanık, o noktadan sonra mağaradan nasıl çıktıklarını pek hatırlamadığını söyler. Mağaradan çıktıktan sonra diğer meslektaşı, bu karşılaşmadan, mağarayı araştırdıklarından ve gördükleri varlıklardan kimseye tek bir kelime bile etmemesi gerektiğini sıkı sıkı tembihler.

Vietnam’ın Son Doong Mağarası ve Askerlerin Karşılaşması

Yakın zamanda keşfedilen ve dünyanın en büyük mağarası olarak kabul edilen Vietnam’daki Son Doong Mağarası da Reptilian anlatılarından nasibini almıştır. Laos-Vietnam sınırında bulunan bu devasa mağara sistemi, 2013 yılında turistik turlara açıldığında büyük ilgi görmüştü. Ancak kısa bir süre sonra, ziyaretçilerden en az bir kişinin mağarada kaybolup bir daha bulunamaması üzerine mağara tekrar ziyarete kapatıldı.

Bu olayla birlikte, mağarayı ziyaret eden diğer turistlerden de rahatsız edici raporlar gelmeye başladı. Mağaranın derinliklerinde, karanlıkta gizlenen gizemli, sürüngen benzeri insansı yaratıklar gördüklerini iddia edenler oldu. Yerel halkın “şeytan yaratık” olarak nitelendirdiği bu varlıklarla defalarca karşılaştıkları da bildirildi. Anlatılanlara göre bunlar, insan vücuduna sahip ancak derileri ve yüzleri bir ejderha veya kertenkeleye benzeyen varlıklardı.

Birkaç yıl önce, bu konu üzerine araştırma yapan bir gazeteciye, bölgede görev yapmış emekli bir asker ulaştı. Asker, kişisel deneyimlerini üç e-posta ile derleyerek gazeteciye iletti. Vietnam’da, özellikle Çinhindi’nin diğer bölgelerinde de bu tür anormal karşılaşmalar olduğuna dair söylentilerin çok yaygın olduğunu belirtti.

Emekli asker (Cenge olarak anılacaktır), ifadesinde 1970 yılında Amerikan Ordusu’nda bir onbaşı olarak görev yaptığını anlatır. Birliği, Güney Vietnam’da, Le Mzi isimli bir bölgeye, Laos sınırının yaklaşık 30 km güneyine konuşlandırılmıştır. O dönemde, birliğindeki askerlerden oluşan küçük bir takımın ikinci komutanıdır. Bir akşam, onun da dahil olduğu bölüğe, batı kampından başlayarak yakındaki küçük vadilere doğru bir devriye görevi verilir. Uzman Çavuş tarafından yönetilen takım görevi uygulamaya koyulur.

Uzun, dar vadilerden birine girdiklerinde, önlerinde bir hareketlilik tespit ederler. Bu aktivite dağınık ve düzensizdir, bu yüzden başlangıçta düşman askeri olduklarından şüphelenirler. Ağaçların ve uzun çalıların arasına saklanarak yaklaşık yarım saat boyunca gözlem yaparlar. Ancak o gece ay parlak olsa da, tam olarak ne olduğunu tespit etmek için yeterli ışık yoktur. Bir süre sonra önlerindeki hareketlilik dursa da, takım vadi boyunca yavaşça ilerlemeye devam eder.

Vadinin sonundaki dik bir tepe yamacına yaklaştıklarında, birisinin veya bir şeyin, önlerindeki geçide büyük taşlar ve kayalıklar yığdığını görürler. Bu yığının üzerinde, yaklaşık 1.5 metre yüksekliğinde ve 1 metre genişliğinde, yukarı doğru daralan bir mağara girişi fark edilir. Geçidi daha dikkatli gözlemlediklerinde, mağara girişinin kenarlarının küçük, çift aralıklı oluklarla işlenmiş gibi pürüzsüz olduğunu görürler. Daha önce sadece Vietkong’un yeraltı tünellerinde bu tür yapılar gördüklerinden, bunun da bir düşman saklanma yeri veya bir mühimmat/besin deposu olabileceğini düşünürler. Bu sebeple Çavuş, mağarayı araştırmak zorunda olduklarını söyler.

İşte o andan itibaren işler tuhaflaşmaya başlar. Askerler, mağara girişinden kaynaklanan yoğun bir çürük kokusu fark ederler. Daha önce savaş alanında karşılaştıkları pek çok kötü kokuyla kıyasladıklarında, bunun çürük yumurta ve çürüyen insan cesedi gibi koktuğunu anlarlar. Koku o kadar iğrenç ve keskindir ki, askerlerden birkaçı rahatsızlanarak geriye, ormana doğru çekilir. Ancak başta Çavuş ve olayı anlatan Onbaşı Cenge olmak üzere birkaç asker, bir şey gözlemlemek umuduyla girişe fener ışığı tutarak mağaraya tekrar yaklaşırlar. Fakat içeride bir şey görmek mümkün değildir, içeride ne olduğuna dair hiçbir fikirleri yoktur.

Yeterli gözlem yapabilmek ve olası bir saldırıya karşı hazırlıklı olmak için tüm kadro, mağara girişinden yaklaşık 45 metre geride pozisyon alır. Sessizce etrafı dinlemeye çalışırlarken, uzak mesafeden gelen boğuk guruldama sesleri duyarlar. Ancak orman garip bir şekilde sakindir. Çavuş, kendi kendine konuşurken Cenge’nin yakınında oturmaktadır ve korkmuş olduğu her halinden bellidir. Diğer askerler de bu sırada ürkmüş gözlerle çevrelerini taramaya devam ederler.

Birkaç saat sonra şafak yaklaşmaktadır ve askerler harekete geçmeye hazırdır. Çavuş saatini kontrol eder, saat neredeyse sabah 5’tir. Tam o an, mağaranın önünde bir hareket belirir. Bir varlık – ki başlangıçta bunun bir adam olduğunu düşünürler – mağaranın önündeki açıklıktan girişine doğru hareket eder. Ayağa kalkar, en az 2 metre yüksekliğe ulaşır ve askerlerin olduğu yöne doğru etrafı taramaya başlar. O zaman, başka benzer görünümlü bir yaratık daha mağaradan dışarı çıkar. İki yaratık da askerlere bakarak, cehennemden geliyormuş gibi seslerle tıslamaya başlarlar.

Onbaşı Cenge, bu varlıkları tarif ederken, onların iki ayakları üzerinde duran kertenkelelere benzediklerini söyler. Derileri neredeyse siyah, parlak ve pulludur. Çok büyük, lamba benzeri gözleri ve sürüngen yüzleri vardır. İnsansı bir yapıları olsa da kolları, bacakları ve tüm vücutları pullu deriyle kaplıdır. Kuyrukları yoktur. Başlarında koyu renkli, kask benzeri bir kaplama ve üzerlerinde uzun, tek parça, koyu yeşil elbiseler vardır. Ayakları çıplaktır ve pençelidir.

Hiç kimse emir vermeden, o kısacık anda tüm kadro içgüdüsel olarak yaratıkların üzerine defalarca ateş açar. Onlarla aralarındaki bitki örtüsünün her parçası mermilerle biçilir. Bu sırada Çavuş “Ateşkes!” emri verir. Ateş durduğunda, orada hiçbir şey yoktur. Askerler hemen savunma pozisyonu alarak çevrelerini kontrol ederler ama hiçbir şey bulamazlar. Mağara girişinde uzun bir süre tetikte beklerler, ancak varlıkların kaçtığını anlarlar. Büyük olasılıkla mağaranın içine geri kaçmışlardır.

Etrafı daha detaylı incelediklerinde, mağara girişinin yakınlarında parçalanmış insan vücutları ve bol miktarda kemik bulurlar. Bu yaratıkların tekrar çıkma olasılığına karşı, mağaranın girişini yok etmeye karar verirler ve patlayıcılarla mağaranın girişini kapatırlar.

Kampa döndüklerinde hepsi şaşkınlık içindedir. Olayın üstlerine rapor edilip edilmemesi konusunda kısa bir tartışma yaşanır. Sonunda Çavuş, detaylı bir olay raporu hazırlar. Ancak Cenge’ye göre bu rapor ya üst kademelere hiç ulaşmaz ya da ulaştıysa bile görmezden gelinir.

Bu olayı yıllar sonra tekrar gündeme getiren şey ise, kaybolan turistler veya yerel halkın rapor ettiği yaratıklardan ziyade, mağaranın derinliklerinde başka bir turistin çektiği iddia edilen bir fotoğraf olmuştur. Fotoğrafta, karanlık içinde tam olarak belli olmayan sürüngenimsi bir varlığın silüeti dikkatli bakıldığında seçilebilmektedir. Fotoğrafı çeken kişi, bir anda beliren yaratığın çok hızlı bir şekilde mağaranın daha derinliklerine doğru kaçtığını söylemiştir. Belki de o yaratıklar, Cenge ve takımının karşılaştığı varlıkların torunları veya benzerleri olarak, hala orada, Son Doong Mağarası’nın keşfedilmemiş derinliklerinde yaşamaktadırlar. Kim bilir?

Son Söz

Reptilianlar ve onların yeraltı dünyasındaki varlığına dair anlatılar, modern komplo teorileri ile kadim efsanelerin iç içe geçtiği büyüleyici bir alan sunuyor. David Icke gibi figürlerin popülerleştirdiği küresel kontrol iddiaları, Missouri, Avustralya ve Vietnam gibi birbirinden çok farklı coğrafyalarda anlatılan tüyler ürpertici mağara karşılaşmalarıyla birleştiğinde, insan zihnini hem korkutan hem de meraklandıran bir tablo ortaya çıkıyor. Bu anlatıların gerçeklik payı ne olursa olsun, bilinmeyene duyulan merakı, otoriteye karşı şüpheyi ve dünyanın görünenden daha karmaşık olabileceği fikrini yansıtıyorlar. Bilimsel kanıtların yokluğunda bu hikayeler birer efsane veya modern folklor olarak kalsa da, insanlığın hayal gücünü ve gizem arayışını beslemeye devam ediyorlar. Belki de bazı sırlar, mağaraların karanlıklarında saklı kalmaya mahkumdur.

Kaynakça

  • Icke, David. The Biggest Secret: The Book That Will Change the World. Bridge of Love Publications, 1999. (Metinde 1999 yılı ve Babil Kardeşliği referansları bu esere işaret etmektedir.)
  • Missouri Mağarası Olayı: Genellikle paranormal araştırma sitelerinde ve forumlarda anonim tanık ifadelerine dayandırılarak anlatılır. Spesifik bir matbu kaynak belirtmek zordur.
  • Avustralya Karadağ Olayı: Noel Gregor isimli araştırmacıya gönderildiği iddia edilen anonim e-postaya dayanmaktadır. Bu tür anlatılar genellikle bölgesel folklor ve paranormal araştırma derlemelerinde yer alır.
  • Vietnam Son Doong Mağarası Olayı: Emekli asker “Cenge”nin anonim ifadesine ve mağara ile ilgili turistik raporlara/haberlere dayanmaktadır.

(Not: Kaynakça bölümü, metinde adı geçen ana figür ve olayların dayandığı belirtilen temel referanslara göre oluşturulmuştur. Bu referansların akademik geçerliliği tartışmalıdır ve genellikle komplo teorisi/paranormal araştırma literatürü içinde değerlendirilirler.)

Views: 5

İlginizi Çekebilir:Her Gördüğümüz İnsan Gerçekten de İnsan mı? | Paranormal
share Paylaş facebook pinterest whatsapp x print

Benzer İçerikler

The Most Powerful Visualization Technique to Attract Anything You Desire
Sadece Kendinle Konuş; Gerçekliğin Değişecek | Çekim Yasası
Pineal Gland Activation and the Third Eye
Epifiz Bezi Aktivasyonu ve Üçüncü Göz
paranormal - scientific studies in parapsychology
Parapsikolojide Bilimsel Çalışmalar
paranormal parapsychology hypnosis and the subconscious
Hipnoz ve Bilinçaltının Gücü
CIA's Gateway Project Proves Words Change Reality
CIA’in Gateway Projesi Kelimelerin Gerçekliği Değiştirdiğini Kanıtladı
Lilit'in Büyük Sırrı!
Lilit’in Büyük Sırrı!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Paranormal Dergi | © 2025 |